Avrupa Birliği’nin akıbeti hakkında dönem dönem olumsuz yorumlar yapılagelmiştir. Avrupa Birliği’nin temelini atan 1994 tarihli Maastricht Antlaşması‘nın imzalanasından bu yana çeşitli badireleri atlatabilmiş bir yapıdan bahsediyoruz. Avrupa Birliği’nden de bahsederken aslında öncesinde Avrupa’dan bahsetmemiz gerekiyor. Bunu yaparken de Avrupa’daki başat güçleri ve Avrupa’nın önemli dönemlerini ele almak gerekiyor. Bunun için de aslında sadece sanayi devrimi dönemine kadar gitmek yeterli değil. Başlangıcı Katolik-Protestan çekişmelerinden yapmayı, dolayısıyla da Aydınlanma Çağı’ndan itibaren yapmak yerinde olacaktır. Bunu yaparken de tabii ki bu dönemleri detaylarıyla konuşmak bu yazının görevi olmayacak. Daha çok bu dönemleri Avrupa’nın Birinci Cihan Harbi ortamına nasıl getirdiğini ve aradaki 31 yıllık yangınların bol olduğu bir itiş kakış döneminden sonra İkinci Cihan Harbi dönemine getirmek için bir tartışma zemini oluşturabilmek amacıyla konuşacağız. Sonrasında, İkinci Cihan Harbi’nin ardından Avrupa’daki toparlanma çabalarına geleceğiz ve Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve arından da Avrupa’da esen barış rüzgarılarının ardından Avrupa Birliği’nin kuruluşu ve bu süre zarfından 2008 sub-prime krizinin Avrupa üzerindeki etkilerinin Avrupa Birliği ruhuna nasıl etki ettiğini konuşacağız. Devamında da COVID-19 pandemisi ve 2022 Rusya-Ukrayna Savaşı’na yani dolayısıyla günümüze geleceğiz. Son olarak da Avrupa’nın geleceği hakkında yorumlarımızı yapacağız.

Engraving from 1894 showing Galileo Galilei at the Inquisition in 1633.
Aydınlanma Dönemi
Aydınlanma Dönemi, Enlightenment Period, Avrupa tarihinde çok büyük öneme sahiptir diye başlayan cümleler doğru tanımlar belki bunu fakat yetersizdir. Aydınlanma Dönemi sadece Avrupa tarihinde değil bütün Dünya tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bunun temel sebebi de aslında Avrupalıların hemen bir yüzyıl sonra European Exceptionalism diye adlandırılacak olan, Avrupa İstisnacılığı denen mefhuma dönüşeceği mefhumudur. Bu peki ne demek? Avrupa Katolik Kilisesi’nin aşırı baskıcı ortamında Skolastik Düşünce denen felsefe yapma biçimini icat emesiyle, ki aslında bu da Aritoteles’ın açtığı yolda ilerleyen bir düşünce sistemidir, daha çok rasyonel aklın usavurum ile olayları algılayarak, kilisenin dayattığı iman anlayışını sorgulamanın ardından elde ettiği bu kilisenin düşünsel bozgunu, kaba tabirle kendisini şımarklığa bırakması olarak tanımlayabiliriz. Yani Katolik Kilisesi’nin baskılarını akıl ve mantık yürütme yoluyla bertaraf etmesi ve bilimsel işleyişin temellerini kurması ile bu yolda ilerleyerek elde edilen kazanımlar, Avrupalıları diğer insanlar üzerinde kendisini daha farklı ve üstün görmesine sebep oldu. Bu noktadan sonra Avrupalılar için, kendileri ve diğerleri vardı. Avrupa İstisnacılığı da temel olarak budur. Bugün dahi bu Avrupa İstisnciliği denen şeyi biraz daha transformasyona uğramış şekliyle görüyoruz: ikiyüzlülük! Bu esnada tabii ki bir de Protestanlık anlayışından bahsetmemiz lazım. Bu da kabaca Kilise’yi büyük bir düşünsel yıkıma uğratan Aydınlanma hareketi, bir şekilde yine de dini koruması gerekiyordu. Bu dinsizlik riskini de “sorun dinde değil Kilise’deydi” diyerekten, Katolik inanışını Protestan ahlaki ile ikame ederek bertaraf etti. Dolayısıyla, elimizde artık Aydınlanma ile kendini Kilise’nin elinden kurtarmış bir Aristokrat takımı ve bunu takip eden bir kitle vardı. Katoliklikten çıkıp boşta kalanlar da Protestanlık ile huzur buldular. Her ne şekilde olursa olsun insanın bu inanma ihtiyacı giderilmesi gereken bir şeydi, Protestanlık da bunu sağladı. Felsefenin, bilimin önünde gittiği bu dönem boyunca, bilimsel metot geliştirildi ve bilimsel sorgulama ile de evren ve üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeni daha iyi anlaşılmaya başlandı. Bu bilimsel bilginin de teknolojiye dönüşmesiyle artık ülkeler arasındaki ekonomik farklar oluşmaya başlamıştı. Kabaca bu dönem Coğrafi Keşifler döneminin anakaraya getirdiği zenginlik ile ölçülüyordu. Fakat bu teknolojinin üretim için kullanmasından ziyade daha çok futuhat ekonomisi mantığınca ilerliyordu yani başka yerlerdeki zenginlik zorbalık yoluyla alınıp anakaraya getiriliyordu.
Sanayi Devrimi
Başka diyarlardan getirilen bu zenginliğin bir fırsat olarak görülüp kullanılması uzun zaman aldı. Önce İspanyol İmparatorluğu’nun daha sonra Portekiz’in ardından Hollanda’nın ve nihayetinde İngilizlerin eline geçen bu başka diyarlar, en nihayetinde İngilizlerin Sanatı Devrimi’ni yapmasıyla artık yeni bir dönem başlamıştı. Sanayi üretimi ülkeye direkt olarak zenginlik sağlıyordu. Bu da ekonomik aktivitelerin daha bilinçli bir şekilde yapılmasını gerektiriyordu ki bu dönemde Adam Smith Milletlerin Zenginliği kitabıyla bilimsel sahada iktisat anlayasının zeminini hazırladı. Artık iktisadi faktörlerin bilinci gelişmişti. İnsan, doğal kaynaklar, sermaye, teknoloji gibi faktörlerin zenginlik yaratmada önemleri fark edildi. İnsan kaynağının verimli kullanılması çok önemliydi. Bunu yine ilk önce İngiltere yapmıştı. Sanayi üretimi sayesinde kazandığı para ile yurtdışından ucuza yiyecek alıyordu, bu yiyecekler ile kendi tarım işçilerini besliyordu, böylelikle tarım işçiliğine gerek kalmıyor ve bu insanlar sanayi üretimine kaydırılabiliyordu. Bu sayede daha fazla üretim yapılabiliyordu ve aradaki fark da artık İngiltere bilançosuna fazla olarak yazmaya başlamıştı. Bunu yapamayan Fransa da git gide fakirleşiyordu. İngiltere’nin ardından Almanya da sanayileşebilmişti. Kabaca Kuzey Avrupa bu işi iyi kotarmıştı fakat Güney Avrupa için aynısını söylemek mümkün değildi. Bu durum da Avrupa İstisnacılığı ile hemen açıklanabilir bir durumdu. Güneylilerin kafası çok çalışmıyordu ve tembellerdi. Avrupa kendi içerisinde daha öncesinde yaşam alanı savaşları yüzünden ayrışmışken şimdi de artık düşünsel beceriler üzerinden de ayrışıyordu. Üstün olanlar ve aşağı olanlar vardı artık. Sermaye terakumu ile de zenginliğin kullanımı bunu daha yerleşik kıldı. Zenginleşen Kuzey ülkeleri Güney ülkelerini daha da hakir görmeye başladı. Fakat geç de olsa Doğu Avrupa ve Güney Avrupa’da da benzer sanayi devrimi hareketleri başlamıştı fakat daha önceden bunu becerebilmiş ülkelerin pençesinden kurtulmak o kadar da kolay değildi. Sanayisini kuramamış ülkeler bunu başarmış ülkelerin mecburi müşterileriydi ve para bu ülkelere gidiyordu. Sermaye birikimi olmadan da bu devrimi gereckleştirmek çok güçtü. Binbir zorlukla kurulan fabrikaların hammadde ihtiyaçları da ayrı bir sorun olarak karşılarında duruyordu. Devrimi önce yapan ülkeler Adam Smith’in de iktisadi faktörleri ortaya koymasıyla, bütün bu bileşenleri bir şekilde ele geçirmişti. Sanayide geri kalmış ülkeler bu dönüşümü yapmak istiyorlardı fakat köşeler kapılmıştı. Refah onların da hakkıydı. İşte bu anlayış yavaş yavaş Birinci Cihan Harbi’ne giden yolun taşlarını döşüyordu.

Ankara/Turkey- October 29 2018: Turkish mounted troops holding flag in old style military uniform pass during parade of 29 October Republic Day celebration of Turkey, Cumhuriyet Bayrami
Birinci Cihan Harbi
Avrupanın başat güçleri kendisini sanayileşme ile podyuma çıkarmıştı. Bunların ardından yeni yeni sanayileşmeye çalışan ülkeler geliyordu fakat dış ticaret açıkları bu sanayileşme hamlesini zorlaştırıyordu. Artık kaynak arayışı temel problem olmuştu bu ülkeler için. Sanayileşmiş ülkeler içinse başka bir sorun, pazar arayışı söz konusu olmuştu. Artık eski ticaret yollarını tutmak çok büyük önem arz etmiyordu, bunun yerine kaynakların bol olduğu yerlerin zaptı önemliydi. Demiryolu ağı ve jeopolitik konum on plana çıkıyordu. Kaynakların bol olduğu ve tüketicinin olduğu yerlere erişim gerekiyordu. Sanayileşmeyi becermiş ülkeler birbirleriyle bu pazar arayışı konusunda çatışırken, sanayileşmesini tamamlayamamış ülkeler de hem kendi aralarında hem de sanayileşmeyi başarmış ülkeler ile bir dışışme hali içindeydiler. Avrupa’da gündem bu şekilde iken bir de biraz daha doğuda artık eski çağda kalmış yapılar vardı. Bunlardan biri Osmanlı İmparatorluğu idi. Elinde hala büyük alanlar tutuyordu ve resmen hiçbir şekilde kullanmıyordu. İmparatorlukların kapladıkları alanlar bölüşülse iyi olacaktı. Tek sebep tabii ki bu değildi fakat bu eski çağa ait hantal yapıların orada durmaları zamanın ruhuna ayrkırıydı ve onlar için tarih artık kaderini çoktan belirlemişti. Avrupa’nın başat güçleri İngiliz İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaritan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, Fransa, İtalya ve sonradan Amerika Birleşik Devletleri savaşa tutuştular. Burada taraflar, Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı bir tarafta karşı tarafta da Britanya, Sırbistan, Rusya, Fransa ve ABD idi. Tarih kitaplarında bu taraflar, ittifak ve itilaf devletleri olarak geçer. Buradan anlaşılıyor ki tarih muzafferler tarafından yazılıyordu. İtilaf devletleri ile Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı kastediliyordu. Savaş sonunda Osmanlı tarafını biz zaten iyi biliyoruz, Gazi Paşa Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı verdik ve kaybettiğimiz toprakların bir kısmını geri almayı başarabildik. Fakat bu savaş sonucunda Kuzey Afrika, Balkanlar, Arap Yardımadası ve Akdeniz’de büyük kayıplar verdik. Almanya da büyük kayıplar vermişti ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarihe gömülmüştü. Bizim Kurtuluş Savaşı sayesinde kurtulduğumu aşırı yaptırımlardan Almanya kurtulamamıştı. Almanya’nın üzerine o kadar gidilmişti ki bütün bir millet varoluş sıkıntıları çekiyordu. Müthiş borcu vardı ve resmen bütün üretimi sömürülüyordu. Savaşın ardından Almanya’nın yerine Weimar Cumhuriyeti kurulmuştu.
İkinci Cihan Harbi
Almanlar bu sömürünün içinden kendi para birimlerini aşırı derecede devalüe ederek kurtuldu. Para o kadar anlamsız bir şeydi ki artık, bir anda Almanya’nın borcu yok olmuştu. Belki bu tarihte bir ilk olarak Kur Savaşı olarak yerini alacak türden bir aksiyondu. Almanya daha sonra yeni bir para birimi yarattı ve sanayileşmesine kaldığı yerden devam etti. Fakat Alman halkı kendisine yapılanları unutmamıştı ve bu aşağılanmayı sindiremiyordu. Avrupa’nın 31 yıl sürecek ateşli dönemi başlıyordu. Fabrikaları ülkeesinden sökülüp götürülen Almanya tekrardan sanayisini kurdu. Almanyadan soktuğu fabrikalar sayesinde Rusya’da da iyi kötü bir sanayileşme süreci başlamıştı. Birinci Cihan Harbi sırasında Ruslar insandan bile sayılmıyordu, şimdi biraz biraz sanayi üretimi ile kendisini göstermeye başlamıştı. Sanayi üretimi kompleksi küçümsenecek bir olay değildir. Bugün Türkiye’de bu kompleks çok canlıdır. Bütün bu “biz yapamayız” anlayışı buradan neşet eder. Dünya kamuoyu gözü önünde bir işi beceremeyen hayvandan çok da farklı olmayan yaratıkları olarak adledilmek kalıcı hasarlar bırakabiliyor halkın üzerinde. Çünkü bu hayvan kabilinden insanlara o ülkenin yöneticileri de dahil olduğu için halkın yaşadığı travma basit bir travma değildir. Bir ülkedeki sanayi üretimi o ülkenin halkına özgüven verir. O mallara kendi sahip olmasa bile kendi ülkelerinde kompleks sanayi üretimi yapılıyor oluşu en azından güvenlikli bir ülkede olduğu inancını oluşturur insana. Zaten iyi sanayileşmiş bir ülkenin de aslında böyle mallara erişimi olmayan bir halkının olması pek olacak iş değildir. Bu bir eşik atlama meselesidir aslında. Türkiye hala bugün bu eşiği atlamış bir ülke değil. Sanayi üretimi eğer yeteri kadar olsaydı bugün Türkiye’de bir otomobil için kadını erkeği bu kadar büyük anlamlar ithaf etmezdi.
Almanya’da genç nesilin bu aşağılanmış halini Adolf Hitler çok iyi kanalize etti. Bir de gözle görülür düşman bulması gerekiyordu, bunu da Yahudiler olarak seçti. İkinci Dünya Savaşı’nı Polonya’ya girerek başlattı. Bir anda Fransayı ele geçirmişti. Eğer Rusya’da derinlere girip stratejik hata yapmamış olsaydı belki bütün Avrupa’yı ele geçirecekti. Bütün Avrupalı devletlerin bir hayaliydi bu ve gerçekleştirmeye çok yaklaşmıştı. Almanya küllerinden yeniden doğmuştu ve tekrardan Avrupa’yı kasıp kavurmuştu. Almanya ABD ve Rusya’nın işbirliği ile alt edildi. Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki benzer bir duruma düşmüştü Almanya fakat Avrupa bundan bir ders çıkarmıştı. Tekrardan Alman halkını bu derece bir cendereye sokmama taraftarıydı. Çünkü Avrupa’da artık savaş olmaması gerekiyordu. Savaş çok yıkıcıydı ve bütün ülkeleri ön yıllarca vakit kaybetmesine sebep oluyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere dünyadaki başat rolünü ABD’ye teslim etmek zorunda kaldı savaşın kazananlarından olmasına rağmen. Fransa aslında yenik bir ülkeydi ama taraflardan biri olduğu için o da muzaffer ülkeler arasında olacaktı. Rusya çok büyük kayıplar vermişti fakat Almanya’nın yarısını elinde tutuyordu. Bütün Doğu Avrupa elindeydi. Muzaffer ülkeler Birleşmiş Milletler denen bir yapı kurdu buna daha sonra nedeni tartışmalı olan Çin eklendi. Bugün dünya bu 5 devletin kararları ile yönetiliyor hala. Bu yapı da eskimiş bir yapı fakat hala aktif.

Soviet-era gas masks are hung up on a weathered TV screen in an abandoned building in Pripyat, Ukraine, site of the 1986 Chernobyl nuclear desaster and center the Chernobyl exclusion zone.
Soğuk Savaş Yılları
İkinci Cihan Harbi sonrası artık tamamen yıkılmış bir Avrupa vardı. Güneş batmayan imparatorluk, İngiltere, büyük ölçüde sömürgelerini yitirmişti. Fransa zaten Alman işgaline uğramıştı, savaşın hem kaybedeni hem de ABD sayesinde kazananıydı. Fakat Almanların yıldırım taktiği ile çok kısa sürede düşen Fransa, 4 yıllık işgal döneminde, onurunu yitirmiş bir ülke olarak çıktı savaştan. Berlin’e giren Kızıl Ordu’yu çıkarmak o kadar da kolay değildi. Avrupa’nın büyük kısmına artık Rusya hakimdi. Kendi ideolojisi olan komünizmi hüküm sürmeye başladığı topraklarda yayma çalışmalarına başladı. ABD buna karşı çıkıyordu. Bu da Soğuk Savaş’ın temellerini attı. Evet dünya belki ikinci büyük yıkımı artık atlatmıştı fakat bu sefer işin içine nükleer silahların da girebileceği daha büyük bir yıkımın kıyısında dolaşıyordu. ABD liberalizm savunucusu olarak, demokrasiyi, serbest piyasa rejimini ve özel mülkiyet ve teşebbüsü sistem olarak kurmak istiyordu. Buna mukabil Rusya da otokrasiyi, tek bir merkezden yönetimi savunuyordu. Piyasa diye bir şeyi kabul etmiyordu. Bütün üretim devlet tarafından yapılacaktı ve her şeyin sahibi devlet olacaktı. Tek merciden yönetim olacaktı. Üretimin bir kısmı paylaşılacak arta kalanı da yurtdışı piyasalara satılacak ve bu gelirle üretim desteklenecekti. Bu ideolojiler tabii ki kağıt üzerinde kulağa hoş gelmekle beraber daima suistimale açıklardır. Komünizmde gözle görülür bir yönetici elit kesim vardır ve resmen geri kalan herkesin kaderi bu insanların elindedir. Demokrasi de başlangıçta kulağa hoş gelmekteydi fakat zihinsel becerilerin güvence altına alınamadığı bir toplumda demokrasi büyük bir aldatma aracına dönüşebilirdi. Bugün toplumunun eğitim seviyesi düşük, algılarının esiri olmuş ulusların demokrasisi tamamen mannipülatörlerin elindedir. Bu da zayıf bir ülkenin oluşmasına sebep olur.
Soğuk savaş yılları dünya için korkutucu bir dönemdi. İnsanlar her an patlak verebilecek bir nükleer savaş korkusuyla yaşıyorlardı. ABD ve Rusya arasında da hem sahada jeopolitik olarak hem de teknolojik olarak ciddi bir rekabet vardı. İttifaklar, bilimsel çalışmalar, teknolojinin geliştirilmesi, ticaret, iş gücü yetistiştirimi ve eğitim en öndeki cephelerdi. 20 Temmuz 1969 yılında ABD bir alanda tartışmasız galibiyetini ilan etti. ABD Ay’a ilk ayak basan ülke olmuştu. Uzay yarısında galibiyeti göz kamaştırıcıydı. Rusya bu savaşta geri kalmıştı. Yönetim kadroları sorunluydu ve liyakat esası yeterince takip edilemiyordu. Bunun da Rusya’yı getireceği nokta, 26 Nisan 1986, Chernobyl faciası olacaktı. Pripyat’daki Vladimir Lenin Nükleer Güç Santral’ı beceriksiz yönetimin elinde patlamıştı. Dünya gezegeninde daha önceden benzeri yaşanmamış bir olaydı bu. Rusya resmen kendi topraklarına atom bombası atmıştı. Hem de aşağı yukarı her saat Hiroşima’ya atılan bombanın yaydığı radyasyonun iki katı kadar radyasyon yayılıyordu. Liyakatsızlığın verdiği zararı atom bombasının bile veremediğini burada batılı ülkeler bir kez daha öğrenmişti. Doğru yolda olduklarını iyi biliyorlardı. Sovyetlerin ise çöküşü artık hızlanmıştı. 9 Kasım 1989’a gelindiğinde Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Sovyetler’in çöküşüne giden dönülmez yola girilmişti. 26 Aralık 1991’de de Sovyetler artık tarihe gömülmüştü. Sovyetlerin içinden Asya, Doğu Avrupa, Kuzeydoğu Avrupa ve Güney Kafkasya’da Rusya’nın da dahil olduğu toplam 15 devlet çıkmıştı. Bu tarihten itibaren artık dünya Soğuk Savaş dönemini atlatmıştı.

EU/Russia terrain crack
Avrupa Birliği’nin Kuruluşu
Kabaca 1914-1945 arasındaki toplam 31 yıllık savaş dönemi, Avrupa’yı neredeyse baştan ayağa yıkmıştı. Günlük yaşamından Aydınlanma ile Kilise’yi atmayı başaran, Aydınlanma’ya sebep olan bilimsel çalışmaları daha da arttırıp artık bunu bir sanayi devrimi ile taçlandıran Avrupa, global olarak emperyal bir sistemi kurmuş olmasına karşın, elindeki bu süper gücü resmen aptalca bir paylaşım sorunu yaratarak ABD’ye kaybetmişti. O müthiş Büyük Britanya, Güneş Batmayan İmparatorluk, çökmüş ve dünyadaki rolünü son anda ABD’ye bırakmıştı. Fakat anlaşmazlıklar Avrupa’da hala duruyordu. Bunu bertaraf etmek için de savaşlara bir son verilmeliydi. ABD’nin de buna karşı bir çözümü vardı. Bu çözüm bir kadının tecavüzcüsü ile evlendirilmesine benziyordu fakat başka da bir çözüm olmadığı ortadaydı. İlginç bir paradoks söz konusuydu. Avrupa ya gerçekten barış içinde yaşamayı öğrenecekti, ki bunu başarabilmiş olsaydı zaten bu yıkımı yaşamazdı ya da birbirleriyle savaşmış bu ülkeler artık birbirleriyle beraber bir evlilik oluşturmak zorundalardı. Bunun da temelleri Maastricth Anlaşması ile attı. 7 Şubat 1992’de imzalanan bu anlaşma ardından yapılan bir kaç konferans ile 1 Kasım 1993’te efektif hale getirildi. Avrupa Birliği’nin ne oldgünü aşağı yukarı temel olarak biliyoruz. Avrupa Birliği aslında en temelinde iki amaç için yapıldı: birincisi, gümrük birliği kurmak ve Avrupa Birliği ile ticaret yapacak olan ülkelerin de ticaret yapacağı ülkelerin gümrük kurallarını koymak; ikincisi, birlik ülkelerinin birbirleriyle savaşmasını engellemek. Belki birinci amacı açıklamak lazım biraz, örneğin Türkyie Avrupa Birliği ile yüksek ticaret hacmi olan zaten hali hazırda gümrük birliği içinde olan bir ülke. Bu da Türkiye’nin örneğin İran ile yaptığı ticaretini dahi düzenliyor aslında. Fakat bunların yanı sıra ciddi handikapları da var bu birliğin. Bunlardan en önemlisi de ortak para birliği, Eurozöne. Bu grup içerisinde yer alan ülkeler ortak para birimi olan Euro kullanmak zorundalar. Sorun da burada çıkıyor. İktisadi altyapıları ve faktörleri birbirine çok da benzemeyen ülkelerin aynı para birimini kullanması ve bu para biriminin politikaları da süpranasyonel şekilde Avrupa Birliği Merkez Bankası tarafından yönetilmesi cendereyi günden güne daha da germekte. Merkez bankalarının para politikaları buna uygun şekilde mali politikalar ile desteklenmediği zaman hiçbir işe yaramadığını biliyoruz. Peki bu aşamada ekonomisini cari fazla vermek üzere kurmuş olan Almanya ile ekonomisi cari açık üreten Güney Avrupa ülkelerinin para politikaları nasıl tek bir merkez tarafından yönetilebilir? Örneğin, cari açığını düşürmek için devalüasyon yapması gereken bir ülkenin bu aksiyonu Almanya’nın bu değerli parayı kendi ülkesine çekmek isterken nasıl mümkün olacaktır? Avrupa Birliği’nin bu durumu ıraksayan bir hal yaratıyor ve bu vakti geldiğinde bir kopuşa sebep olacak korkularının da kendini gerçekleştiren kehanet fenomeninin devreye girmesi ile daha da hızlanabilir mi korkusunun da kendi kehanetini gerçekleştireceği vakit daha da yaklaşmış olmayacak mı? Bunun ilk sinyallerini de COVID-19 pandemisinde zaten gördük. Bir diğer büyük sorun da Avrupa Birliği’nin bir ordusunun olmayışı. Ordu neden gerek olsun ki ABD onların yanındayken diye düşünenler olabilir. Peki Avrupa’yı ABD’den kim koruyacak? Her para birimi arkasında bir güç olmasını gerektirir. Devlet borçlarının aynı zamanda sövereignty, sövereign debt, bonds, “egemenlik” anlamına gelen kelime ile isimlendirilmiş olması, hayatın doğal akışına çok uygundur. Egemenliği de sağlayan şey o toprakların içinde her türlü ahkamı kesme hakkı ise bu hakkında düşmanın oradan uzak tutulması ile alakalı olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Kısacası arkasında güçlü bir ordusu olmayan paranın kale alınacak bir para olmayacağı çok açıktır. Fakat bu da tek başına yetmez tabii ki ciddi bir para sahibi olmak için. İktisadi dirlik ve sürdürülebilirlik de gerektirir. Örnek olarak Türk Lirası güzel bir örnektir. Arkasında güçlü bir ordu olan bu paranın hala dandik bir para olması, iktisadi bir realitedir.

House for sale by owner.
Sub-prime Krizi ile Başlayan Yeni Dönem
Şub-prime krizi denen şey neydi? Çok kabaca, ABD’deki ev kredilerinin bir demet haline getirilip, bu kredilerin kesin olarak düşünülen faiz getirilerinin securitisation, menkul kıymetlendirilmesi ve bunların da aynı birer tahvil gibi satışa sunulmasının icadıyla başladı. Fakat bir şart var burada, bu getirilerin “kesin getiri” olarak görülmesi sorunu. Prime denen grup, aldığı krediyi çok rahat ödeyebilecek olan kesimi tabir eder. Şub-prime da riskli krediler diyebiliriz. Altın standardının terk edildiği günden beridir tedavülde olan sınırsız para rejimi merkez bankalarının para yaratma tarafında bütün yetkileri ele almasını sağlamıştı. Merkez bankasının yarattığı para fakat direkt olarak ekonominin kılcal damarlarına erişemediğinden ilginç bir yöntem daha geliştirilmişti. Bu da merkez bankalarının elindeki bu yetkiyi özel bankalar ile paylaşması oldu. Buna da yine çok kabaca kısmı rezerv bankacılığı adı verilen sistem ile banka elindeki mevduatların toplamının ufak bir kısmını merkez bankasında zorunlu karşılık olarak tutarak (daha sonradan bunu kendi özkaynakları içinde de tutma hakkı verildi) geri kalan miktarı kredi olarak geri dağıtmasıydı. Fakat sanıldığının aksine bankalar mudilerin paralarını kredi olarak dağıtmazlar. Bütün mevduatı kendi bilançosunda rezerv olarak tutup, kısmı karşılık oranı kuralının el verdiği ölçüde kaldıraçlayarak olmayan parayı kredi vermesi şeklinde kullanılır. Yani aslında merkez bankalarının yanı sıra özel bankalar da para basarlar. Fakat bu özel bankanın elinde değildir sadece. Kredi isteyip bunu da daha sonra ödeyeceğine dair söz veren bir müşteriye ihtiyaç duyarlar. Banka ile müşteri arasında yapılan bu sözleşme sonucunda kredi miktarı kadar para yaratılmış olur ve bu borç da banka bilançosunun varlıklar kısmına yazılır. Çünkü bankadaki gerçek para müşterilerden alınmış mevduat olduğu için bankanın yükümlülüğüdür. Bankanın dağıttı para da bankanın varlığı haline gelir. Bunların bir de bilanço dışı türev varlıklar tarafı da vardır ve burada da ayrı bir yükümlülük ve varlık durumu söz konusudur. Buralara girmeyeceğiz. Bu kredi sistemi bankaları olabildiğince kredi dağıtmaya teşvik ettiğinden bankalar satabildiği kadar mortgage kredisi satıp varlıklarını arttırmak istediler ve ülkede neredeyse prime seviye debtor kalmayana kadar kredi dağıttıkları için sıra artık şub-prime denen insanlara gelmişti. Bunu yapmaktan da çekinmediler. Hatta bu da yetmedi, bu MBS denen mortgage backed securities demetlerinin içine sub-prime kredileri de tıkıştırdılar ve bu kağıtları da büyük yatırım bankalarına sattılar. Tabii ki bu kağıtları satmak için de bu kağıtların değerlerinin artması gerekiyordu. Bu kağıtların değerlerinin artması için de satılan evlerin değerinin artması gerekiyordu. Satılan evlerin değeri arttıkça da kredi kullanan müşterin de ellerindeki varlıkların değeri arttığından morgage kredilerinin borçları ellerindeki varlıklardan daha küçük hale gelmeye başladı. Bankalar bunu da kullandılar ve zaten borçlu olan insanların evlerinin değerleri arttığı için finansal durumlarının daha da borçlanabilir duruma geldiğini anlatarak refinance denen yeni krediler almalarını teşvik ettiler. Artık ortada çok daha riskli bir durum vardı. Bu da yetmedi, bu MBS denen kağıtları sigortalayan başka kağıtlar çıkardılar. Bu sigorta kontratlarını da “nasıl olsa MBS çok güçlü bir kağıt, kesinlikle batmaz, o yüzden bu sigortalar hiçbir zaman patlamayacağından sigorta primleri resmen bedava getiri” diyerek bir de bunları sattılar. Bütün sistem bir gün işten çıkarılan birkaç kişinin 2 ay üst üste kredi taksidini ödeyememesi ile başladı. Ev fiyatları düşmeye başladı ve ortalığı kan götürdü. Olanları hepimiz biliyoruz.
2008 krizinin yarattığı ortamdan kurtulmak hiç de kolay değildi. Ortada etik bir sorun da söz konusuydu. Fed’in elinde hem imkan olarak hem de kanunsal düzenleme açısından her türlü araç vardı bu krizi durdurmak için. Fakat bu krizi durdurma yöntemi de resmen bu krizin çıkmasına sebep olanları ödüllendirmek anlamına geliyordu. Fed’in elindeki yöntemler para basarak, borçlu olan bu finans kurumlarının bilançolarını kapatarak almak olacaktı. Fakat bu kurumlar batırılmadığı zaman da resmen “size her şey serbest” demek oluyordu bir yandan. Öte yandan 1929 krizinden alınan dersler de vardı. Eğer gerçekten çok büyük kurumların batmasına izin verilirse ekonomi reel bir yara alıyordu. Yani belki geri dikmenin mümkün olduğu bir uzvu kesip atmak gibiydi ve o uzvun geri çıkması da çok acılı oluyordu. Milyonlarca insan işsiz kalıyordu, ortalıkta birçok işsiz olunca harcamalar düşüyordu ve ahlaksızlık başlıyordu. Resmen ekonominin çöküşü demekti bu da. Bunlara mahal vermemek için de bu şirketleri kurtarmak gerecekti fakat bu sefer de bu şirketlerin bir daha böyle bir şey yapmasını nasıl engelleyecekti merkez bankaları? Bu yüzden too big to fail kabilinden olmasına rağmen Lehman Brothers denen bir 100 yılı aşkın süredir ayakta kalmayı başarmış yatırım bankasının iflası kabil edildi. Fakat hemen ardından bu MBS denen kağıtları sigortalayan AİG, American International Group, kurtarıldı. Bu da büyük tepki çekti. Yukarıda bahsettiğimiz etik tartışmaları başladı. Bu tartışmalar hepten yersiz değildi. Çünkü batan bankaların işten çıkarılan CEO takımı çıkarken milyarlarca dolar bonus alarak işten çıkarıldılar. “Artık iktisatta ahlakın bittiği yerdeyiz” tartışmaları başlamıştı. Bunun da temeli Ben Bernanke’nin quantitative easing adı verilen, Türkçe’ye niceliksel genişleme diye çevrilen, aslında sayısal genişleme anlamına gelen aksiyondu. Burada bu işimin içinde dahi aslında paranın ne olduğuna dair çok güzel bir anlam yatıyor. Sayısal genişleme! Para sadece bir sayı idi çünkü. Paranın arkasında pek de gerçek bir varlık/değer yoktu. Hala daha da yok. Fakat bu 2008 krizi dünyada çoğu insanın bu sisteme olan güvenini sorgulamasına sebep oldu. Paranın hakikaten fiktif bir şey olduğunu anlayan gruplar artık daha farklı davranacaklardı.
Savaş Avrupa Geri Dönüyor
ABD’nin dolar üzerinde cafcaflı laflar kullanarak yaptığı bu ayarlamalar paranın karşılığı olan “mal ve hizmet” tarafını huzursuzlandırmaya başladı. Bugün bütün dünyada emtia dolar ile satılıyor. Dolar kurgu bir şey fakat emtia gerçek. Petrol enerji sağlıyor, buğday karın doyuruyor, endüstiri malları bir ihtiyacı gideriyor fakat dolar ne yapıyor? Dolar bunların ticaretini mümkün kılıyor fakat stabil değil. Para teorisinde paranın temel üç fonksiyonu olmalıdır. Bunlardan ilki de değer ölçüsü yapabilmektir. Bunun için de stabil olması gerekir. Stabil olduğu zaman birikim yapmayı da sağlar ve son olarak da muhasebe birimi olarak kullanılır. Aslında bunların hepsi birbiriyle alakalı ve ayrı düşünülemez özellikler. Zaten bu yüzden bu üç unsuru da bir arada sağlaması gerekir “para” denencek şeyin. Dolar evet böyle bir evsaftaydı ve bütün bu vasıfları sağlıyordu. Fakat Fed’in bu tür aksiyonları ile ortalıktaki dolar miktarını kafasına arttırıp azaltması, faiz oranlarını belirlemesi dünyada büyük etkilere sebep olduğu anlaşıldığı zaman işte bu huzursuzluklar çıktı. Amerika dışı başat güçler genel olarak da Batı’da olmayanlar buna karşı çıkmaya başladı. Dolar artık bir silah olarak kullanılıyordu çünkü ve diğer ülkeleri sömürüyordu. Çok çalışıp dolar biriktiren Çin, elindeki dolarları ABD’ye Amerikan tahvilleri aracılığıyla geri gönderiyordu fakat bu tahvillerin de değerleri direkt olarak Fed’in aksiyonlarınca değiştirilebildiği için aslında Çin resmen soyuluyordu. Rusya’nın da elindeki enerji kaynakları alınıyordu. Bunlara karşı çıkan bu ülkeler ABD ile gizli bir soğuk savaş içerisine girdiler. Bunun da ilk aksiyonu Rusya’da başa geçen Putin’in 2008 yılında Gürcistan’ı, 2014’te de Ukrayna’yı işgalinin önünü açtı. Çünkü bir taraf edepsizlik yaparsa öteki taraf için de edepsizliğin yolu açılır. Bugünkü Ukrayna-Rusya savaşının da temelinde aslında bu konular vardır. Henüz tamamlanmamış Ukrayna ilhakinin devamı olarak değerlendirmek gerekir. Avrupa’nın bir parçası olan Rusya, Ukrayna’da giriştiği bu aksiyon ile Avrupa’ya bugün savaşı geri getirmiştir fiilen. Bu savaş kit’a Avrupa’sina da taşınacağı korkularını gündeme getiriyor. Bunun çok da düşük bir ihtimal olmadığını kabul etmek gerekiyor. Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü bu savaş global enerji fiyatlarının sıçramasına sebep oldu ve bu da en çok Avrupa’yı etkiledi. Çünkü Avrupa’nın enerjisi yok. Avrupa’nın ordusunun da olmadığını hatırlamak gerekiyor. Avrupa’yı savunacak bir ABD ordusu var fakat ABD bu savaşa girer mi bu da akıllara giren ayrı bir soru. İkinci Cihan Harbi’nde İngiltere’nin yıllarca yalvarmasına rağmen Avrupa’nın iyice güçten düşene kadar uzaktan bir seyirci olarak izleyen ABD’nin bu sefer de başka şekilde davranacağını beklememek gerekiyor.

NATO 1990

NATO 2022
Avrupa’nın Akıbeti
Avrupa’nın akıbeti başlığı evet çok iddialı ve böyle iddialı şeyler söylemek de genellikle tehlikeli oluyor. Fakat bütün bunların üzerine bir de European Exceptionalism denilerek dillere oturmuş bir kavram olan Avrupalı İstisnacılığı diye kendi lisanımıza çevirebileceğimiz kavramıda eklersek, tarih bize gösteriyor ki Avrupa bu kibir ile tekrar tarihte yaptıkları ahmaklıkları tekrar edeceklerdir. Yine bu platformda paylaştığımız bir politika yazımız var. Bunu referans alarak, eski filozofların sık sık dile getirdikleri bir tespit: politika için bilgelik gerekliliği konusu. Bilgelik kesinlikle çok okuma ile eğitim almak ile gelen bir şey değil. Evet bunları yapmak birer gerek şart fakat yeter şart değil. Bunun üzerine bir de ilkeli şekilde yaşanmış bir hayat tecrübesi gerekiyor. Bu tecrübe de her insanın yaşadığı tecrübe olamayacak ne yazık ki. Felsefe eğer yaşamı anlama çabası ise bu çaba uğruna korkusuzca yaşanmış bir hayatı kastettiklerini anlamamız gerekiyor. Basit bir soru olarak akıllara düşsün isterim, bugün Finlandiya’nın başbakanı sizce bu yaşam bilgeliğine sahip biri midir? Peki bu hanımefendiyi ülkeyi yönetsin diye başa geçiren halk için ne düşünmeliyiz? Özgürlükçü? Açık fikirli? Postmodern? Sıradışı? Tarihin zincirlerini koparmış? Geçtiğimiz günlerde Prag’da Avrupa Siyasi Topluluğu zirvesi yapıldı ve o zirveye Türkiye gerçekten iyi hazırlanarak gitmiş. İlginç konuşmalar yaşandı. Merak edenler araştırabilir hatta videoları da üşenmeden izlemelerini tavsite ederim. Finlandiya başbakanı Sanna Marin’i yakalayan gazeticiler NATO hakkında soru soruyorlar. Kızcağızın verdiği cevap ve vücut dili çok şey anlatıyor. Sanki bir rock yıldızının konserde ilgisine mazhar olmuş genç bir kız heyecanıyla “Erdoğan bana Finlandiya’yı NATO’ya alabilir dedi, yani bir sorun yok, gireceğiz” diyerek cevap verişi beni gerçekten çok düşündürdü. Böyle bir başbakanın yönetimi altında yaşamak istemeyeceğimi düşündüm. Bir Türk olarak, korktum! Bir Türk olarak diyorum, çünkü Finlandiyalı değilim, oradaki yönetim problemler beni ilgilendirmez, en azından direkt olarak ilgilendirmez, daha doğrusu burada yaşadığım duyguları yaşatmamalı fakat yaşadım. Politikada her şey olur. Söze hele hiç güvenilmez. Söz çünkü sadece. Türkiye herhalde 100 kere Avrupa Birliği’ne gireceğine dair söz almıştır. Hatta yazılı anlaşmalar bile yok sayılıyor. Uluslararası hukuk denen şeyin aslında güçlünün hukuku olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Bugün mesela gayriaskeri statüdeki Akdeniz adalarının statülerinin bozulmasını acaba uluslararası hangi oluşum hangi tepkiyi veriyor? Kimse vermiyor! Çünkü şu an olan bitenin dezavantaj sağladığı ülkeler bir grup avantaj sağladığı ülkeler ise bir diğer. Bu uluslararası oluşumların da yöneticilerinin kahır ekseriyeti avantaj gören ya da sağlayacak olan taraflardan olduğu için herkes kulak ardı ediyor olan biteni. Bunun üzerine de kibir eklendiği zaman tabii ki bu işin sonucu harb etmeye varacaktır.
Rusların amacı savaşı yavaş yavaş Avrupa’nın içine doğru taşımak olacaktır. Bu çünkü Avrupa’nın aleyhine olacaktır. Avrupa’nın aleyhine olacak şey de Rusların lehine olacaktır. Ukrayna tarafında ibre önce Ruslar tarafındayken daha sonra Ukrayna tarafına geçti. Bundaki temel sebep de Ukrayna’ya sağlanan yeni nesil silahlar. Rusların eski nesil silahları, Batı’dan gelen akıllı silahlara karşılık vermekte oldukça başarısız oldular ve Ruslar geri çekilmek zorunda kaldı. Ukraynalılar da çok fazla ileri gidince yularlarından çekildi. Elon Müşk’ın “Kırım Ruslarındır” tweetleri ve daha sonra Zelenkski ve Ukrayna Dışişleri Bakanı’nın verdikleri cevap ardından nasıl oluyorsa bir anda Starlink uydularının bozulması bunu düşündüren temel sebepler. ABD, Fransa ve Almanya’nın Yunanistan’ı desteklemesi, Yunanistan’ın da bu desteğe güvenip Türkiye’ye çok sert tavırlar ile sahada aksiyona girişmesi, işte bu bahsettiğimiz Avrupalı kibirinin sonucudur. Çıkarma gemisi dahi yokken her türlü ambargoyu göze olarak Kıbrıs Adası’na Barış Harekatı düzenleyen 50 yıl öncesinin Türkiyesinin bugün benzer senaryo karşısında sessiz kalmasını uman Avrupa ülkelerini ahmak olmakla tanımlamak yetersiz kalıyor. Bu başka bir şey. Bu kibir! Ben açıkçası Türkiye’nin bu savaşı başlatan taraf olmayacağını düşünüyorum. Fakat Rusların bozduğu denge ile Avrupa’da bugün başlamış olan savaşın daha da derinlere doğru ilerleyeceğini öngörmek büyük bir mesele değil. Burada zamanşallık açısından konuyu iyi anlamak gerekiyor. Ukrayna’nın ilk işgali bundan yaklaşık 6 sene önceydi. Bu tür gelişmeler kısa sürede olmuyor fakat şunu da biliyoruz ki bu dalgaların frekansları git gide artıyor. Yani bundan sonraki büyük olay için 6 sene geçmeyecek. Kritik noktalardan biri de Moldova. Neden Moldova diye soracak olursak, NATO ve Rusya arasında paylaşılmamış tek ülkenin Ukrayna ve Moldova olduğunu görüyoruz. Diğer iki ülke de Finlandiya ve İsveç idi. Zaten onlarda NATO’nun kapısında bekliyorlar şu an. Moldova’daki savaş sıradaki büyük olay olacaktır. O savaşın da bugün Ukrayna’da olan kadar büyük bir savaş olacağını düşünmek bizi güvenli tarafta tutar. Tabii ki Moldova’nın kaderini Ukrayna’daki gelişmeler belirleyecek.
Eğer Avrupa Birliği’nin de bir dağılma sürecine girmesi gibi bir durum söz konusu olursa, bölge oldukça istikrarsız bir hale girecektir. Bu kadar istikrarsız bir Avrupa’nın da Üçüncü Harb’in bir cephesi olacağını öngörmek işten bile değil. Fakat bunun böyle olacağını düşünmüyorum. Daha önce yazdığım bir yazıda da belirttiğim üzere, ABD’nin Kit’a Avrupasındaki askeri üslerinin sayılarını arttırmasının tek sebebi Rusları veya Türkleri çevreleme amacını taşımıyor. Muhtemel bir Avrupa savaşını engellemek için de orada bulunuyorlar. Evet şu an silahların namluları Doğu tarafına bakıyor olabilir fakat bunları Batı’ya çevirmek sadece bir an meselesi. Burada ABD’nin Avrupa’yı işgal edeceği gibi bir sonuca varmamak gerekiyor. Avrupa zaten ABD’ye göbekten bağlı. Birincisi, ABD doları ve Euro arasındaki ilişki yüzünden, ikincisi, Avrupa’nın bir ordusu yok ve Avrupa’nın güvenliğini NATO’nun sağlıyor oluşu. Üçüncüsü de İkinci Harb sonrası yapılan anlaşmalar ile Avrupa’nın çoğu siyasi halini ABD’nin düzenlemiş olması. Bu dengelerin bozulması da ABD’nin dünyanın jandarması olma rolünü kaybetmesine bağlı. Fakat bu da kısa süre içerisinde pek mümkün görünmüyor. Evet ABD kendi içerisinde ciddi sorunları olan bir ülke fakat daha iyi bir alternatifi olmadığı sürece küresel sermayenin ABD’yi de terk edemeyeceği için ABD içinde ciddi bir sorunun hemen patlak vermesi de mümkün değil. Bütün bunların üzerine İngiltere’nin de Avrupa Birliği’nden ayrılışını hatırlamak gerekiyor.
Vitruvius Kadını

Semih
Ekim 12, 2022 at 11:21 am
Savaşın Avrupa’ya taşınabileceği öngörüsünü oldukça cüretkar gördüm. Bu yorumumun, doğal olarak, bazı fikirler üzerine temellenmiş olması gerekiyor. Bence, ne Rusya’nın rakip ceza sahasına topu taşıyabilecek gücü var ne de ABD’nin defans hattı o kadar zayıf. Top daha oraya gelmeden orta sahada yapılacak pres ile durumu engelleyebilir (Futbol teşbihi için kusura bakmayın, güzel özetliyor durumu). Bu arada,son dönem Yunanistan-ABD ilişkisinin ve pozisyonlarının analizini sizin gözünüzden okumak çok isteriz.
Vitruvius Kadını
Ekim 12, 2022 at 9:18 pm
Avrupa’da savas olacak dendigi zaman kulaga cok abarti geliyor fakat, mesela, Yunanistan ile Turkiye arasinda bir savas ciksa, bu Avrupa’da ciddi bir savas olacagi anlamina gelecek. Ote yandan burada kisa bir donemden bahsedilmiyor, belki 2050’lere kadar surecek bir zaman araligini konu ediyor bu yazi. Temelde bir gidisat degerlendirmesi olarak da gorebiliriz. Bir de cogu kisi Rusya’nin Avrupa’da olan bir ulke oldugunu dusunmez, bunun icinde konudan uzak Ruslar bile boyledir. Turkiye de ayni sekilde bir Avrupa ulkesidir. Fakat Bati tarihyazimi bunu boyle kabul etmeme uzerinde calisir, boyle calisir ama kendi jeostratejik aksiyonlarini Turkiye’nin Avrupa oldugu uzerine yapar. Mesela, Turklerin Anadolu’ya ilk 1071 yilinda girdigi de bir Bati tarihyazimi yalanidir. Anadolu’da Turkler hep vardi. Fakat bir devlet kurmamislardi, gibi gibi.
Bu cok kisa bir yazi aslinda boyle seyler hakkinda konusmak icin ilmek ilmek dokumak gerekiyor, bu da bir kitap yazmak anlamina geliyor. Kitap yazmak bambaska bir is. Yunanistan-ABD iliskileri icin sunu demek cok kolay. ABD Yunanistan’i aslinda isgal ediyor, ve bunu yaparken de butun dunyanin gercekten bir risk olduguna inanmasi gerekiyor. Bu tantana da bu yuzden cikariliyor. Turkiye’nin yerinde olsam bunu cok sik dile getirirdim. “Yunanistan’in Ege adalarini alamayacagi ortada, bu ABD tarafindan sentetik sekilde ortaya cikarilan bir senaryo.” diye ozellikle bu yonde aciklamalar yapardim. Turkiye reaksiyoner politika guduyor. “sen silah koaysan ben de dava ederim, ben de silah koyarim, gerekirse oluruz” diyor. Halbuki bir yandan savasa hazirlanip bir yandan da “yunanistan’in bize karsi boyle bir sey yapabilecegini dusunmuyoruz, bunlar ABD’nin Yunanistan’in sirtini ovup ulkesini isgal planidir” dese cok daha yerinde olur. Turkiye bunu Prag’da Avrupa Birligi’ne iyi anlatti. Onlar da anladilar biraz. Konu hakkinda bir yazi yazilabilir evet, oneriniz icin tesekkur ederim. Yorumlariniz icin de ayrica tesekkur ederim. Sevgiler, saygilar.
Semih
Ekim 13, 2022 at 9:43 am
Cevabınız için teşekkürler. Prag’da anlatılanlara dikkat çektiğiniz önceki bir yazınızdan sonra ben de bakmıştım, haklısınız. Tabi Avrupa derken ben daha çok genel olarak anlaşılan Avrupa’dan bahsetmiştim, coğrafi açıdan savaş zaten Avrupa’da sayılır. Diğer yandan Yunanistan-ABD ilişkisi için dediğiniz de doğrudur, belki de kitap yazmak gerekir. Ben özet bir bakış açısı almak mümkün mü diye merak etmiştim. Örneğin ABD’nin Yunanistan’a yerleşmesinin arkasında yatması gereken çıkarı tam anlamıyla çözümleyemiyorum.
Tabi ki, bunda çalışma alanım ve eğitimim ile hiçbir şekilde kesişim kümeleri bulunmayan, uluslararası ilişkiler/ekonomi konuları ile sadece şahsi merak unsuru olan ilgilenmemin de etkisi çoktur.
Vitruvius Kadını
Ekim 24, 2022 at 2:33 pm
Estagfurullah ben zaten sizin ricanizi anlayarak bir cevap vermeye calistim. Ustunkoru bir cevap olamayacagindan oturu uzun yazmak gerekir diye dedim. Yakinda bir yazi yazmaya calisacagim konu hakkinda. Kisaca soyle soyleyeyim, ABD biraz da bu Yunanistan meselsini is dunyasinda M&A denen olgu var ya mergers and acquisition, genellikle piyasa kotuyken ellerinde nakit olanlar isleri kotu olan sirketleri satin alirlar. Bu da biraz boyle. ABD hazir bunca kargasa icerisinde Yunanistan’u isgal ediyor. Diyor ki aklinca “Turkiye ile ugrasayayim, bir kazanc elde edemesem bile elimde en azindan Yuanistan kalir” zaten oyle de olacak. ABD bu aksiyonunda da coktan kazandi yani. : )
Pingback: 21. Yüzyılın Yeni İdeolojileri - Post Evre
Pingback: NATO ve Yeni Bölgesel Rezerv Paralar - Post Evre