Bilim denildiği zaman akla herhalde çoğu insanın da olduğu gibi Newton gibi camia içerisinde giants denen insanlar gelir. Nedir bu giant dendiği vakit de akla şu deyiş gelmelidir:
“Standing on the shoulders of giants”, Latincesi “nanos gigantium humeris insidentes” yani “devlerin omuzları üzerinde durmak”. Kötü bir çeviri ama aşağı yukarı böyle. Bu lafı eden de Isaac Newton, ünlü fizikçi ve Calculus’u üreten insan şöyle demiştir:
“If I have seen further it is by standing on the shoulders of giants”
“Eğer ileride bir şey görebildiysem bu devlerin omuzları üzerinde durduğumdan dolayıdır” der. Yani insan tek başına oturup bütün her şeyi baştan üretemez, öncekilerin çalışmaları üzerine bir şeyler koyarak yapar. Bunu yapan insan da dolayısıyla o önceki çalışmayı yapan sıçramaya sebep olan kişinin (yani devin) omuzlarına çıkmasıyla mümkündür ancak. Bir sonraki için de artık Newton bir dev olacaktır. Aslında bu sözü söyleyerek Newton kendisinin bir dev olarak anılmasının önünü açmıştır. Hep derim İngilizleri küçümserseniz daima kaybedersiniz. Diplomasi konusunda ne kadar mahir oldukları zaten dillere pelesenk fakat bunu iyi idrak etmek gerekiyor. Yani öyle su ıslatır, ateş yakar gibi genel geçer bir bilgi olarak havsalaya almanın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Bunu iyi anlayıp daima akılda tutmak Türk insanı çok faydalı olacaktır.
Şimdi aslında işte biz burada daha çok modernist bir bakış açısıyla bakıyoruz bilime, yani ne demek bu modernist bakış açısı? Daima aklın önde olduğu, mevzuların usa vurulduğu, müstakbel doğrunun da önceden gelen yanlışlanmamış olanın ucuna takılarak ancak ulaşılabilir bir şey olduğunu kabul eden anlayıştan bahsediyoruz. Bilim bu şekilde bizi bu günlere getirdi. Hangi günlere? Postmodernist günlere. Şimdilik bu sadece aklımızın bir kenarında dursun, yani postmodernizmi kastediyorum. Biz bilim ile devam edelim.
Daha önceleri de referans vermiştim, Oxfordlu bir matematik profesörü olan Ioan Mackenzie James tarafından kaleme alınmış Remarkable Mathematicians isimli kitap -bu arada bu kitap Türkiye İş Bankası ve Kültür Yayınları tarafından basıldı ve bu türden, fizikçiler ve mühendisler olarak iki ayrı kitabı daha var- Euler ile başlayıp günümüze kadar gelen matematikçilerin kısa biyografilerini ulaştırmıştır bize. O kitap okunduğu vakit anlaşılacak şeylerin en başında bence şu geliyor: Önceden yapılan bilim ile bugün yapılan bilim arasında çok fazla fark var. Burada sadece metottan bahsetmiyorum. Bilim yapan insanların karakterine kadar büyük bir fark var. Şunu kesinlikle diyebilirim: Bilim daha önceleri gerçekten safi meraktan yapılıyordu o yüzden de “ya burası da bu kadar oluversin ne olacak” anlayışı dolayısıyla yoktu. Bugün ise bir deney yapan expermentalist sadece yaptığı deneyin çabucak sonuca ulaşması için ve beklediği sonuçların çıkması için uğraşıyor, deneyin kendisini yapıp deneyin kendi doğal üretimi sonucu ortaya çıkacak sonuçları aramaktan ziyade. Burada çok ciddi bir bakış açısı farkı var. Hissettirebilmişimdir umarım.
Bilim tabii ki bu modernist zihniyetin cari olduğu dönemde tamamen elit bir zümrenin elindeydi, aynı sanat gibi. Çoğu bilim insanı erkekti ve zengindi. Kadınların özellikle bilim ile uğraşmaları engelleniyordu. Zaten o dönemlerde kadınlar resmen ikinci sınıf varlıklardı. Elit zümrenin kadınları için dahi tek varlık sebebi elit bir beyin eşi olabilmek için iyi eğitilmesiydi. Buradaki eğitim ise aynı hayvana verilen bir eğitim gibi bir eğitim. İşte oturma kalkma eğitimi, yemek yeme eğitimi, dans etme, piyano vs. gibi direkt erkek eğlendiren özelliklere sahip olma ve cemiyet içerisinde “hanımefendi” olma üzerine bir eğitimden geçiyorlardı. Onlardan beklenti, temelde gerçekten sadece bir erkeğin kendi hayat macerasında ona eşlik etmekti, fazlası değil. O yüzden bugüne de bu devler arasında kadınları pek az görürüz. Bu kadınların gerizekalı birer varlık olduklarını değil, mecra içerisinde nasıl perifere itildiklerini gösterir sadece. Benzer şekilde yine aynı dönemin yazarları, kendi romanlarını ve yazılarını erkek mahlasları altında yayınlıyorlardı. Keza bir kadın feyz alınacak herhangi bir üretimde bulunamaz anlayışı hakimdi. Buna en güzel örneği de Mary Shelley vermek mümkün, Frankenstein hilkat garibesi hakkında yazdığı roman ile meşhurdur kendisi. Yine bu listeye eklemek adına Charlotte Bronte ve hatta Jane Austen’ı eklemek mümkün. Bu hanımefendilerin kahır ekseriyetinin de büyük Britanya adasının insanı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. İşte bu dönemler ta van Gogh’a kadar gelene değin modernist dönem diyebiliriz. Bana kalırsa bir postmodernist kimlik sahibi olarak resim tarihinin de ilk en güçlü figürü de van Gogh’tur. Çünkü aslında postmodernizm tam olarak da van Gogh’un ihtiyacı olacağı bir şeydi. Yetenekliydi fakat akademi tarafından kâle alınmıyordu. Ailesi aslında elit bir aileydi fakat ruhban sınıfındandı. Unutmayın, Vincent’in adının başında yani soyadının başında “van” eki var; “van”, “von”, “sir” bunlar elitlik sembolleridir. Zaten van Gogh’un amcalarının hepsi ya üst rütbeli asker ya bilmem nerenin sahibi, yönetici vs. aile kısaca güçlü bir aile fakat van Gogh uyumsuz. Modernist düzenin uygun gördüğü şeyleri yapmaktansa kendi “şeylerini” ifade etmek isteyen birisi. Öte yandan resim konusunda da aynı yukarıda anlattığımız kadınların birer vahşi hayvan gibi eğitime tabi tutulmaları gibi bu alanda da yani resim alanında da bu tür bir eğitim almadığı için elit merciler tarafından hiçbir zaman dikkate mazhar bir sanatçı olarak görülmüyor. Aksine de hor görülüyor.
Postmodernizm bilimi elitlerin elinden aldi peki kimlere verdi?
İşte postmodernizm bu acıların üzerine hakim olmayı başarabilmiş bir anlayış. “Nedir yani sadece elitlerin elinde olan bir beğeni algısına göre hareket etmek” diye yıkım getiren bir anlayış. “Biz de varız” diyen bir şey yani aslında sadece. Kimse bilmiyordu bu “herkese” söylemde “eşit” hak tanıyan bu yeni akımın bir gün yapılan şeyin içeriğinin kalitesinden de bağımsız şekilde sadece yapmak/yapabilmek haline dönüşeceğini. Yani aynı yukarıda deneyi meraktan yapmak yerine sadece deneyi yapmak (çünkü o bir şekilde bir görev halini almış ya da benzeri) gibi. Kısacası postmodernizm bir şeyin, yani neyse artık o şey, sanat, bilim her neyse, yapılış amacından saptığı, sadece yapmak için yapıldığı bir anlayış cürufuna dönüştürme hareketi oldu. Bu önce sanatta başladı. Başlarda fena da değildi. Fakat bu bilime sıçradığı an işte işler iyice çığırından çıktı.
Bugünkü bilim aslında iki parça halinde yürüyor. Bunların ne olduğunu biraz ileride anlatacağım. Ben şimdi biraz postmodernizm bulaşmış bilimin nasıl bir şey olduğundan dem vurmak istiyorum. Yukarıda verdiğimiz deney örneğindeki gibi aynı aslında. Dolayısıyla o deneyin sonuçları -sözüm ona sonuçları- bir makale haline getirildiği zaman da bu sefer ortadaki şey “bilim” kisvesi altında meşruiyet kazanmış oluyor ve değer atfedilmesi zorunlu bir hal alıyor. Çünkü o bir bilim artık. Halbuki deneyin yansız şartları ortadan kaldırılmış, sonuçları tahrif edilmiş, umulan şey çıksın diye zorlatılmış bir şey iken bu yapılan şey, “bilim” kelimesi ile kullanıldığı zaman akla eski bilimdeki “deney” kelimesini almaya hak kazanıyor. Halbuki tamamen bir düzmece. Bir pusu, bir abluka, bir kandırmaca, bir Hacivat Karagöz oyunu, bir aldatmacadan öte olmayan bir kurgu düzeneğidir. Fakat bu bir şekilde yine kendisi gibi pisliklerin basıldığı bir dergide basıldığı zaman rüştünü ispatlamış oluyor ve o haltı yiyen insan da o makale sayesinde bilim insanı oluyor. Halbuki neydi önce? bir dolandırıcı!
Geçen gün haberi çıktı, Türkiye’de bir şarlatan, hakemliğini yaptığı paçavrada -dergiyi incelemedim aslında fakat o insanın hakem olduğu derginin de muteber bir dergi olması olasılığını düşük görüyorum- kendisine gelen bir makaleyi önce reddediyor, daha sonra da o reddedilen makaleyi olduğu gibi kopyalayıp kendisi bir başka dergiye gönderiyor ve kabul ediliyor. Daha sonra bu olay anlaşıldığı zaman da makale geri çekiliyor. Retracted article derler bu makalelere camiada, geri çekilmiş, çektirilmiş makale işte. Peki bu insana ne yapılıyor? Hiçbir şey. Sadece başarısız teşebbüsüyle kalıyor. Başka bir yaptırımı yok. Halbuki bu insanın bir canlıyı öldürmesinden çok da hafif bir iş yaptığını söyleyemem ben kendi saiklerime baktığım zaman. Bunun gibi de daha niceleri var. Durun bitmedi, daha kötüsü de var! Daha kötü ne olabilir ki? He? Olur olur. Daha kötüsü, bir de bu gibi insanların yaptığı bilimi savunan kara cahiller var. “Bilim” kelimesi nasıl yukarıda örneğini verdiğimiz sahte kurmacayı bir anda bir “deney” haline dönüşmesini sağladıysa, bu kara cahiller de ağızlarından bilimi düşürmeyip kendilerine bir paye kazandırma peşindeler. Fakat aynı Neyzen Teyfik’in:
“Ben sana bok demem,
Boklar duyar ar eder.
Bir zerren düşse boka,
Onu da mundar eder.”
dediği bu insanların gibi ağzından düşmeyen bilim, bugün mundar olmuş vaziyette. Ekseriya sosyal medyada gördüğünüz üzere herkes bir şekilde kendi saçmalıklarını savunmak için bir bilimsel argüman peşinde. Orada ne yazdığı da önemli değil, bilmem kimin araştırmasında yazdığı üzere diye başlayıp, makalenin belki içinde yazmayan şeyleri dahi kendi fikrini savunmak için kullanan, zaten makalenin de orijinalliği ayrı bir muamma iken bir de böyle bir kirletici ortam oluşmasına katkı veren milyonlarca insan var bugün. Nietzsche’nin “tanrı öldü, onu biz öldürdük” demesi gibi bugün de aslında bilim ölmüştür, bilimi öldüren de tanrıyı öldüren de aynı kişi özünde. Fakat insanlar çok mutlu, çünkü bir gerizekalı bile artık bugün bilimsel olduğu addedilen bir bulaşık suyu ile kendisini savunabiliyor. Bir nevi bir profesör ile tam olarak olmasa da aşağı yukarı işte idare eder bir pozisyona çıkabiliyor. Çünkü argümanlarını hep bilime dayandırıyor. Bilim nasıl bilim? Aha işte yukarıdaki gibi intihalcilerin, üçkağıtçıların yaptığı bilim. Dediğim gibi sanmayın ki bunlar eser miktarda birkaç örnek. Bunların aksi asıl eser miktarda. Bugün gerçek bilim yapılmıyor değil, yapılıyor hem de bu bilim düşkünü insanların “ahahah hadi oradan, böyle bir şey bilimsel olarak mümkün değil” falan diyecekleri şekilde bilim yapılıyor bugün. Peki bu neden karşımıza çıkmıyor da böyle uyduruk, dandik işler bilim olarak karşımıza çıkıyor? İşte dananın kuyruğunun koptuğu yere geliyoruz. Yukarıda iki tür bilim var demiştim ya ikincisine geliyoruz işte.
Tarihte örneği ibadullah, insanlar bilime karşı daima bir tavır takınmışlardır. Bilimden korkmuşlardır. Bilimin söylediklerini reddetmişlerdir ve hatta aksi yönde aksiyon almışlardır. Dünya’nın yuvarlak olduğunu söylediği zaman Bruno’yu yaktılar, bilmem kimi astılar. İnsanlar bilimi sevmez. Çünkü bilim aslında ezber bozar, rahat bozar. İnsanlar da rahatı bozulduğu zaman hayvanlaşır ve o rahatını bozan şey neyse anlamadan dinlemeden onu yok etme eğiliminde hareketler sergilerler. Bugünün teknolojisinin geldiği nokta, bilimin açtığı yolda ilerledikçe yapılabileceklerin sınırı neredeyse ortadan kalktı. Fakat insanlar bu şeyleri bilseler eğer ortalığı ayağa kaldırırlar. Bunun yerine bu süreç çok dengeli şekilde kontrol ediliyor. Birinci kontrol mekanizması yukarıdaki gibi kabuk bir bilim oluşturmaktı. Buna işte birinci bilim demiş olduk bu yazı içerisinde. Yani herkesin anlayabileceği, çoğu argümanı da aslında bir tür zırva olan bilim. Angarya bilim. Genel olarak nedir angarya bilim? Keşiften ziyade işin kamyon kısmını yapan bilimdir. Örnek vermek gerekirse, mesela bir beton için, yüksek dayanımlı betonu icat etmek gerçek bilim denebilecek bir şey iken, yüksek dayanımlı betonun içine tel atalım, fiber malzeme atalım, yumurta akı dökelim gibi şeyler angarya bilimdir. Aslolan şey, olmayan şeyi keşfetmek ve/veya yapmaktır. Benzer şeyin kombinasyonlarını yapmak ise angarya bilim. Orada yaratıcı nitelikte bir zihne ihtiyaç yok daha çok çalışacak hamal zihniyetine ihtiyaç var.
Fakat bugün genetik alanında özellikle gelinen nokta o kadar ürkütücü ki işte bu gibi şeylerin büyük kitleler tarafından bir anda bilinir hale gelmesi çok tehlikeli. Aslında bu yavaş yavaş servis edilmeye başlandı. Geçen gün bir reklamda gördüm, sanırım bir Netflix dizisi, hibrit bir tür yaratılmasından bahsediyordu. Çocuğun boynuzları falan vardı. Bu da yine yanılmıyorsam bir filmden aslında alıntı. Yani nasıl 300 Spartalı çıktıktan sonra Spartacus dizisi çıktı ya aynı süregelen mantık.
Bugün yapılan şey artık bilimden ziyade araştırma (science to research)
Bugün bilim camiasının elitleri aynı modernist dönemdeki benzerleri, mevkidaşları, meslektaşları gibi aslında sıradan halkı çok iyi biliyorlar. O halk orta çağda -tabii ki ruhban sınıfının kendi sahibi olduğu erkleri korumak için verdiği desteği de yadsımadan- insanların bu tür bilimle uğraşan insanları, “cadı bu, büyücü” vs. ile katletmelerini unutmuş değil. İnsanların aptallığının ne kadar büyük olduğunu aynı Einstein’ın sözlerindeki -iki şeyin sonsuz olduğunu düşünüyorum, evren ve insanın aptallığı, fakat ilkinden emin değilim- gibi çok iyi biliyorlar. O yüzden işte bugün bu bilim diye yutturulan saçmalıklar debdebesini ortaya sürüp onlar kendi gerçek bilimsel aksiyonlarını alıyorlar. İlginçtir, bugün bilim üniversitelerde yapılmıyor artık. Bugün gerçek bilim şirketlerin ar-ge enstitülerinde, devlet fonlu ileri araştırmalar enstitüleri gibi yerlerde yapılıyor. Üniversitelerin bugün asıl amacı bilim yapmak değil dünya ekonomisi için gerekli iş gücünü yetiştirmek halini almıştır. Buna Oxford, Cambridge, Harvard gibi okullar da dahil. Fakat bu okullar asıl bilimin yapıldığı yerlerde ihtiyaç duyulan angarya bilime yardım ederler. Ancak belki bu üniversitelerin özel araştırma enstitüleri ya da laboratuvarlarında belki cutting edge denen sınırdaki uçtaki bilimsel araştırmalar yapılmaktadır. Yoksa bugün bilmem ne mühendisliği bölümündeki doktora yapanların çoğu sıradan projelerin sıradan işlerini yaparlar. Çok az bir kesim gerçekten bilim ile uğraşıyor bugün. Zaten o şeyler de makale olarak basılmıyor çünkü bunların yayınlanmasına yasak getiriliyor.
Dikkat ederseniz işin Türkiye tarafına hiç girmedim. Ben şu kadarını anlatayım size, bu dediklerimi doğrulayacak olanlar zaten olacaktır. Bugün gerçekten biraz bir işin ucundan yakalamış kurumsal şirketler, mezunları tekrardan eğitime alıyorlar. Bizim üniversitelerimiz batı standartlarında lise eğitimi düzeyinde dahi eğitim veremiyor. Çünkü lisans eğitimi aslında o sırada dünya ekonomisinin ihtiyaç duyduğu iş gücünü yetiştirmek üzere olduğu için o dönemin bilgi dağarcığının verilmesi gerekir. Bugün bizim üniversitelerimizin en güncel müfredatı 30 yıllık. O yüzden Türkiye’de hangi üniversite olursa olsun, mezun olmakla çok fazla övünülmemesi gereken bir şey. Çünkü o mezuniyet çok fazla bir şey katmayacak o kişiye. Daima kişisel eğitimin ve gelişimin önünü açık bırakmak gerekiyor. Bugün çalışırken dahi yeni şeyler öğrenmeyen insanların 10 yıl sonrasında işlerine hala sahip olup olmayacakları ciddi bir muammadır. Umarım bu konuda da gerekli dikkati celbedebilmişimdir.
Bu yukarıda bahsettiğimiz yalancı bilim insanlarını ayıklamak bizim görevimiz. Fakat bu görev zor bir görev. Öte yandan nispeten daha kolay olan şey ise bu tür insanların yaptığı şeye bilim diyen ve ağzından bilimi düşürmeyen put tapınıcılarının ipliğini pazara çıkarmak daha kolaydır. Yeterli okumayı yapmamış birinin bilim hakkında konuşmasına kesinlikle değer verilmemelidir. “Sen ne anlarsın bilimden avanak” denip geçilmelidir. Bu belki onda bir hırs yaratır ve bir faydası olur insanlığa, eğer bu tür reaksiyon geliştirmezse de bu lafı sık sık duymaya başladığı anda başka bir furyanın peşinde yerini alacaktır. Bu aralar son 4-5 senedir bilim furyası var. Herkes bir bilimsellik peşinde, fakat neyin sahih neyin kurgu olduğunu dahi ayırt edemeyecek insanları kandırmak -bilimle kandırmak yani- çok daha kolay oluyor tabii ki, aynı bugün Türk siyasetindeki din ile kandırmanın başka bir versiyonu olarak dünya ölçeğinde kullanılan bir tür silah olarak. Son olarak da aradakı farkı net şekilde ortaya koymak adına bugün yapılan bilim çoğu zaman bilimden ziyade araştırmadır daha çok. Bilim denince neredeyse uzun bir süre para kazandırmayacak sadece bilimi ilerletmek adına yapılan kendinden menkul bir uğraş bana yakın geliyor. Mesela Neptün jeolojisi bir nevi daha bilim benim gözümde genom araştırmalarından ya da yapay et üretme çalışmalarından. Araştırmayı kesinlikle küçümsemiyorum ya da bir kenara itmiyorum sadece bugünkü bilimin eski anlamını ve esasını yitirdiğini söylüyorum.