Duygusal zekânın bireyin hem özel hem de profesyonel hayatında ne kadar büyük etkisinin olduğunu anlamak, sadece evlilik, sevgililik gibi özel alanlarda değil aynı zamanda profesyonel alanlarda da yani bilhassa iş dünyasında da çok önemli olduğunu bilmek oldukça kritik öneme sahip bir farkındalık. Fakat ne yazık ki Türk toplumunun en eksik olduğu kısımlardan birisi olan bu duygusal zekâ alanı kendisini olaylara hissi yaklaşmak ve tepkisel aksiyonlar almak şeklinde gündelik hayatta kendisini gösteriyor. Türk toplumunun bu farkındalık düzeyi zeminin altında bir seviyede olduğu için çok rahat sokak ortasında bir kadının boğazını bıçak ile doğrayıp sonra kaçan namertler, trafikte sadece önüne geçti diye utanmadan bir de isim taktığı cinayet aletiyle insanların kafatasını kıran sözüm ona delikanlılar ortalıkta kol geziyor. Duygusal zekâ denilince aklına direkt romantik güçsüz insan gelen tipik ataerkil, vasat, toplum baskısı yüzünden buruşmuş ruhlu insanlar direkt olarak, bu konuya ehemmiyet gösteren insanları “sayısal zekâsı olmayan çöp” gibi yaftalar ile yermeye çalışırlar. Ortaokul ve lise dönemlerinde başlayarak sosyal bilimler tercih eden öğrencilere gerizekâlı muamelesi yapılan bir toplum algısı ve eğitim anlayışı vardır. Halbuki durum hiç de öyle değildir.
Duygusal zekânın içine giren başlıkları saymaktan ziyade neler girmiyor ona bir bakarsak daha kolay olacaktır. Duygusal zekânın içine temel olarak analitik zekânın konuları girmez, yani doğrudan girmez fakat analitik zekâyı da arkadan destekler duygusal zekâ. Nedense Türk toplumunda daima analitik zekâ on plana çıkmıştır. İş yerleri analitik düşünme yeteneğine sahip çalışan arar, herkes matematiksel zekâsı ile ön plana çıkmaya çalışır, kimisi hafızanın çok güçlüğünden dem vurur, kimisi bilmem ne işte. Bunların hepsi aslında benim kamyon diye nitelendirdiğim işlemci yüküdür. Yük çeker bu zekâ kısmı ve bu da aslında yapılacak iş genel olarak zaman çarpanı ile kendisini belli eder. Şunu demek istiyorum, toplum içerisinde zihinsel durgunları ve dâhileri elersek eğer insanların çoğu medyan etrafında %20 ileri %20 geri olarak bir normal dağılım gösterir bu analitik zekâ konusunda. Yani düşünü diyorum, eğer düşük zekâlı biri günde yüksek zekâlı birine göre %50 daha fazla çalışırsa aslında yüksek zekâlı birinin yaptığı işi yapar hale geliyor. Bu işin çıktısı sadece zamandır. Bunun üzerine de yılmazlık eklendiği zaman uzun yol yapma becerisi ortaya çıkıyor. Peki bu ne demek? bu da işte kabaca sabit hızla 10 sene çalışabilme iradesi gösterebilmek gibi bir şey. Böyle çalışan medyan nispetinde %20 geri zekâlı olan biri dahi yüksek zekâlı birinden daha başarılı olabilir. Mekanik bir hesap, çünkü analitik zekâ böyle bir şey. Fakat duygusal zekâ böyle bir şey değil.
Duygusal zekâsı yüksek olan bireyler hayatta işte fark yaratıyorlar. Rakiplerine asıl fark atan insanlar analitik zekâları yüksek olan insanlar değil duygusal zekâları yüksek olan insanlardır. Yani 19 basamaklı bir sayının 12. kuvvetini akıldan almak bir başarı değil, bunu bir hesap makinası ile zaten birkaç saniye içerisinde yapabiliyoruz. Böyle bir işlem gücüne sahip olmanın anlamı yok aksine bu sirk ucubeliktir. Fakat yeni şeyler yaratabilmek, novel şeyler üretebilme, farklı düşünebilme ve sıra dışı olabilme gibi yetenekler asıl dünyayı geliştiren şeyler.
Bunun bence en güzel örneklerinden biri Apple firması. Benim ODTÜ’deki danışman hocam bundan 40 sene önce California’ya gitmiş master ve doktora yapmak için. Gittiği okul UC Berkeley, orada Steve Wozniak ile ara ara görüşürlermiş. Benim hocam da nedense Wozniak’a çok hayrandı. Çünkü o da Türk toplumu içinde büyümüş bir çocuk olarak büyüdü çünkü kendi zamanlarında. Analitik zekâ ile ölçülüyor bir çocuğun becerisi çünkü o zamanlar yine aynı bugünkü gibi (görüldüğü üzere hiçbir şey değişmemiş). Bir gün hocamla konuşuyoruz, o anlatıyor, “ben Wozniak’ın kodlarını düzeltirdim, bana gösterirdi” dedi. Açıkçası çok üzerinde durmadım dediği şeyin doğru mudur yanlış mıdır fakat benim dikkatimi çeken şey şu olmuştu: kendi analitik zekâsını Wozniak üzerinden kanıtlamaya çalışıyordu. Hocam gerçekten çok zeki biriydi, bu hayatta zekâsına ender saygı duyduğum insanlardan biriydi ve övündüğü kadar gerçekten yine analitik zekâsı çok yüksek biriydi. Öte yandan da aşırı duygusal bir adamdı, çok sert görünür, insanlar ondan korkar, öğrencilerin ödü kopardı hocayı görünce. Hemen sinirlenirdi bir şey olunca, ortalığı ayağa kaldırırdı ve bağırıp çağırırdı. İstediği şey olmayınca da küserdi. Hatta yıllarca konuşmadığı öğrencisi olmuştur, sonra neden barıştıklarını o da hatırlamaz filan. Ben çok severim hocamı o ayrı mesele fakat hoca analitik zekâsı yüksek, aşırı duygusal, hatta duygusal instabl biriydi. Bana sorarsanız tipik bir Türk insanıydı. Türk insanının analitik zekâsı gerçekten yüksek ve aşırı duygusal ve yine duygusal instabl insanlar. Duygusal zekâsı Türk inşasının fakat sub zero yani. Buradan da anlıyoruz ki hissi davranmak, duygusal kararlar almak, romantik olmak gibi şeylerin duygusal zeka ile alâkası yok.
Steve Wozniak da aynı şekilde analitik zekâsı çok yüksek birisi. Bu yüzden Steve Jobs’un kamyonluğunu yapmış hayatı boyunca. Steve Jobs aksine duygusal zekâsı çok yüksek birisi. Ta baştan beri “beauty” takıntılı. Sırf bilgisayar camiasının kullandığı fontları beğenmediği için daha güzel kaligrafik fontların kullanıldığı işletim sistemleri, bilgisayarlar üretmek isteyen biri. Aslında başka hiçbir amacı yok. Sadece göze daha hoş gelen bir şeyler yapmanın peşinde. Daha derli toplu, daha ergonomik, daha pratik, daha sade vs. o yüzden Steve Wozniak Steve Jobs’un hamallığını yapagelmiştir ta Apple iyice kendi ayakları üzerinde durana kadar. Hatta Wozniak’ın babası Jobs’a bir ara veryansın ediyor, “bu pislik benim oğlumu kullandı ve hak ettiğini vermedi” diye. Aslında yanılıyor babası, eğer Jobs olmasa Wozniak’ın o müthiş analitik zekâsı hiçbir işe yaramazdı. Muhtemelen bir teknoloji şirketinde zekâsından faydalanılan ucubelerden biri olurdu. Analitik zeka aynı öyle boş boş masanın üzerinde duran bir workstation gibi anlamsız ve işlevsizdir onu kullanmayı bilmeyen birinin ellerinde.
Bir başka hikâye yine hikâye derken bunları ben burada hikayeleştiriyorum, okuduğum kitaplardan çıkıyor bu hikayeler. Paul Dirac Delta Function’u bulan, keşfeden, yazan, yapan neyse artık bilim insanı. Paul Dirac biyografisine çok atıf veriyorum, fakat bu konuya özellikle dikkat çekmek için yapıyorum bunu. Okuyun o kitabı. O kitap çok şey katacak okuyucusuna. Hatta sağ olsun maillerime cevap vermemezlik etmiyor o çok yoğun çalışma temposuna rağmen, Celal Şengör ile yine bir mail trafiğinde önermiştim kendisine bu kitabı ve okuyacağına söz vermişti. Sonra da sormadım kendisine okuyup okumadığı konusunu şunu demek istiyorum, bu kitabı ben iletişime geçtiğim her değer verdiğim insana öneriyorum.
Paul Dirac müthiş bir analitik zekâya sahip. Ama müthiş! bir bakışta hemen en karışık matematiksel ifadeleri anlıyor, diskretize ediyor, çözülememiş problemlere çözüm buluyor vs. 27 yaşında hatta beyninin git gide hantallaştığını, eğer bir fizikçi 27 yaşına kadar bir şey bulamadıysa boşuna hayatının geri kalanında böyle bir keşifte bulunacağı umuduysa yaşamaması gerektiğini filan söylüyor. Ne kadar sinir bozucu ve cahilce değil mi? Evet! Çünkü işte fazla analitik zekâ insana kendisini tanrı zannettirir fakat toplamda bir termitten daha zeki değildir o insan.
Paul Dirac’ın babası çok sert bir adam ve hastalıklı şekilde başarı odaklı birisi. Kardeşler arasında ciddi bir yarış var. Benim mesela en sevmediğim ortamlardır böyle ortamlar. Abisi Paul Dirac’ın o da aslında oldukça başarılı birisi. Fakat bu Paul Dirac doğanın bir ucubesi çok fazla zeki analitik yönden. Paul Dirac’ın abisi belki başka bir ailede doğmuş olsa bugün onu da büyük bir bilim insanı olarak tanıyacaktık. Fakat yarışın ancak bir birincisi oluyor. Paul Dirac kadar kendisini gösteremiyor. Çocuk olan bitenin farkında, duygusal zekâsı daha yüksek fakat ona bir cehennem azabı yaşatılıyor aile içerisinde. Paul Dirac da bundan zevk alıyor. Abisi Paul Dirac’ın dayanamayıp intihar ediyor ve buna karşılık da Paul Dirac dangalakça bir zevk duyarken “bu benim problemim değil, ben daha zekiydim” deyip geçiyor işin içinden. Daha sonra çalışmalarına devam ediyor, çok başarılı bir fizikçi olarak tarihe geçiyor.
İkinci dünya savaşı döneminde Avrupa çok karışık olduğu için genel olarak Avrupa’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne ciddi bir bilim insanı transferi söz konusu. Cihan Harbi dolayısıyla da ABD o zamanlar Avrupa’ya müthiş derecede ticaret yapıyor ülkelerini çok zenginleşiyor. Bu zenginliğin ciddi bir kısmını da bilimsel araştırmalar için fon olarak üniversitelere aktarıyorlar. ABD’nin asıl büyümesini daha doğrusu at başı yarışırken ciddi farklar açmasının asıl sebebi ve dönem bu İkinci Cihan Harbi zamanlarıdır. Paul Dirac da bu furya ile Florida Üniversitesi’ne gidiyor. Artık tabii ki yaşlanmış. Yanlış hatırlamıyorsam 72 yaşında filan. Artık ileri yaşın da verdiği biraz duygusallaşma -aslında bu duygusallaşma değil de akıllanma daha çok- ve nispeten de analitik zekasının törpülenişi ve yeni nesiller tarafında aynı onun Einstein’ı alaya aldığı gibi alaya alınışı onu biraz eski defterleri açmaya itiyor. Aklına ne geliyor dersiniz? İntihar ettirdiği abisi. İntihar ettirdiği abisi için aslında fark etmeden içinde bir kanser gibi bir yumru taşıdığını fark ediyor. Abisine gereksiz bir haksızlık yaptığını anlıyor ta 72 yaşında. Onca başarıya rağmen Paul Dirac aslında hayatının son dönemlerinde huzursuz ve boş yaşanmış bir hayat gibi görmeye başlıyor bütün yaşamını. Bana kalırsa haksız da değil.
Duygusal zekâsı yüksek olan insanların insanlığa katkısı çok daha fazladır. Duygusal zekâ daha çok kendisini çok daha büyük olaylarda gösterir. Mesela tersten bir örnek vermek gerekirse yine duygusal zekâsı çok yüksek olup Dünya’nın başına bela olmuş bir tip olan Hitler’i örnek verebiliriz. Duygusal zekanın yapıcılığı ve yıkıcılığı hakkında daha iyi fikir sahibi olmak açısından bence yine müthiş bir örnek. Bunun üzerine daha başka insanları da verebiliriz fakat konuyu az çok izah edilebildiğine ikna olduğumdan dolayı başka örneklerle zenginleştirmeye gerek duymuyorum.
Çok iyi bir haberim var: duygusal zekâ geliştirilebilen bir şey. Duygusal zekâ tabii ki yine analitik zekâ gibi doğanın bir mucizesi olarak yüksek bir seviye ile başlamak diye bir şey var fakat analitik zekadan daha hızlı şekilde geliştirilmeye açık bir alan. Bunun için yapılması gereken şey de aslında çok basit. Katıksız bir dürüstlüğe sahip olmak. Dürüst olup doğru analiz etmek ve bunun ardından yeni bir şey deneyip neler oluyor diye tekrar analiz etmek. İlk bakışta daha çok analitik zekaya ait bir işlem mantığı gibi gelebilir fakat değil, burada asıl olan şey bunu mekanik olaylara karşı değil işin içinde bizatihi insan olan olaylarda yapabilmek ile alakalı. Deneyin isterseniz, işyerinde süpervizörünüz üzerinde, ilişkinizde sevgiliniz üzerinde, ailenizde kardeşinizin, anne-babanızın üzerinde, alışveriş yaparken kasiyer üzerinde deneyin, normalde yaptığınızdan farklı bir şey yapın ve reaksiyonu görün. Size sanki hayatta ilk defa gördükleri biri gibi baktıklarını görün. Bu ne demek biliyor musunuz? onların haklı olduğu demek. Çünkü siz olağan halinizden farklı davrandığınız zaman bunu hemen karşı taraf anlayacaktır ve ona göre bir reaksiyon verecektir.
Duygusal zekâ öyle kedinin kuyruğu kapıya sıkıştı diye dünyanın yok olmasını gönülden istemek filan değil. Bu daha cynic personality’ye dalalet eder. Duygusal zekâsı yüksek biri değil daha çok kendi sefil hayatının son bulması için her şeyi bahane eden biri demektir daha çok. Başka bir örnek yine Twitter’da “biz köpekleri hak etmiyoruz” filan diye farkındalık yaymaya çalışmak da buna dahildir. Bunlar direkt olarak çıkar odaklı aksiyonlardır. Bu cynic kavramını da yavaş yavaş oturtabilirsek eğer çok iyi olacak toplum olarak. Çünkü cynicleri ayırt ettikçe göreceğiz ki ne rezil ne kepaze ne rüsva insanlar varmış ortalıkta dolanan. Hiçbir şeye faydası olmayan her şeyi sadece ve sadece eleştiren ve olanı da berbat eden. Bunları illaki siyasiler olarak düşünmeye gerek yok. Kendi etrafınıza da baktığınızda göreceksiniz “deli misin yapamazsın” diyenlerden başlar da bu sizin mutlu olduğunu görünce haset edenlere kadar ilerler. O yüzden hep derim, gelecek planlarınızı, önem verdiğiniz şeyleri, sevdiğiniz şeyleri tanımadığınız insanlardan korumanız gerekiyor. İnsanların çoğu bu postmodernizm çağında cynic karakterlerdir. Geçen bir yazıda paylaştım cynic ne demek diye Oscar Wilde’dan bir örnek verdim burada tekrar etmek gerekiyor yine
“A cynic is a man who knows the price of everything, and the value of nothing.”
Cynic tam olarak budur. Cynic her şeyin kaç paraya satıldığını bilir ama kıymetini bilmez. Cynic için mesela sevgililik sadece bir sevgili sahibi olmaktır dışarıya yalnız biri olduğu imajını vermemek için. Halbuki bombok bir ilişki yaşar. Cynic sevmediği bir işte çalışır sadece ben bilmem nerede çalışıyorum tamam mı diyebilmek için. Özel bir hikâye ama anlatacağım, kadim dostum dediğim biri var benim hayatımda, umarım geberene kadar da ikimiz birbirimizin hayatında bir şekilde kalacağız. Bir hikayesini anlattı bana anlatayım siz karar verin ben hiç yorum yapmayacağım.
Bir hanımefendi ile beraber oluyor bu arkadaşım. Daha sonra sosyal medya üzerinden görüşüyorlar sadece sonra yine görüşmek için buluşuyorlar filan. Akşam seks yapacaklar sonra kavga etmeye başlıyorlar. Kavganın sebebi tamamen kızcağızın doyumsuzluğu ve postmodernizm çağının bu kızcağızı deli etmesi başka bir sebebi yok. Burada da Jose Saramago laf arasına girsin:
“Kötü kader diye bir şey yoktur, 21. Yüzyıl vardır ve bu yüzyıl yavrucuğum bir kelebeği bile intihar ettirebilir.”
Saramago tabii ki duygusal zekâsı çok yüksek biri ve bunu müthiş şekilde dile getirebiliyor. Ben bu tür şeyleri nispeten daha analitik metinler ile izah etmeye çalıştığım şimdiye kadar ve bu 21. yüzyılda bir şekilde acı çekip de neden acı çektiğini anlamayan sevgililerime bunları anlatmaya çalıştım, hiçbiri anlamadı. Aynı bu şekilde de işte bu kızcağız da anlamıyordu ki neden acı çektiğini kavga ederken “kadim dostum” ile bu kızcağızın ağzından şöyle bir laf çıkıyor çığlık çığlığa: “Sen hiç hayatında prada çantası olan bir kadınla yattın mı?”
Tabii ki dostum bana bu hikâyeyi anlatırken, ben aynı akciğer x-rayinde habis ürü hemen görüp gözlerini hastanın meraklı bakışlarından kaçıran doktor gibi dinliyordum arkadaşımın anlattığı bu hikâyeyi. Diyecek hem hiçbir şey yoktu hem de çok şey vardı. O kızcağızı kurtarmak hem çok kolay hem de çok zor ve daha onun gibi milyarlarcası.
Duygusal zekânıza aynı gözlerine baktığınız gibi, aynı yüzünüze baktığınız gibi aynı cildinize baktığınız gibi bakın. Onu besleyin, geliştirin. Bunu yapmanın tek yolu var, kendinize dürüst olmanız. Takviye olarak da felsefe öneririm.