Klasik dönem felsefecilerinden Platon ve Aristoteles‘in insan-topluluk-devlet anlayışı üzerinden siyaset nedir, neden yapılır, neden yapılmalıdır gibi konuları konuşacağımız bir yazı olacak. Bunu anlatırken de asıl amacımız, Platon onu demiş Aristoteles bunu demiş gibi geçmişe övgü yaparak siyaset felsefesi gezintisi yapmaktan ziyade siyasetin amacının ne olduğuna dair tanım yaparken bunu sadece kendi kendimize yaparak değil de tanımların tarihteki kayda değer köküne kadar inip felsefecilerin tartışmalarını bizim tartışmalarımızı destekleyici birer referans olarak kullanmaktır. Tanımlamaları yaptıktan sonra tabii ki günümüz siyasetine gireceğiz ve asıl konumuz olan “günümüz siyaset anlayışının hiçbir konuda işe yarar sonuç üretemeyecek raddeye nasıl geldiği?” sorununu ele alarak siyasetin nerede takıldığını konuşacağız ve bunlara çözüm arayacağız. Bu arayış tabii ki burada başlayıp hepten bizim fikrimiz olarak ortaya çıkacak değildi. Burada konuyu posthumanist felsefeye getireceğiz ve posthuman ekolojiler çerçevesinde bir durum değerlendirmesi yapacağız. Klasık dönem felsefecilerinin ideal arayışı, –idea, idea-l, yani bir ideadan neşet eden-, mutlak bir iyinin tanımlanması çabasına itmiştir düşünürleri. Bunun için başlangıçta Platon ve Aristoteles‘ın sorduğu insan nedir, toplum nedir, yaşam nedir ve buna müteakip, bunların iyileri ve kötüleri nasıl olur, nasıl ayırt edilir ve bu iyilere ilerleyebilmek için neler yapılması gerekir gibi sorulara verdikleri cevaplara bakıp biz de buradan yola başlayacağız. Buna bakarken de tabii ki siyaset nedir gibi bazı soruların cevapları neredeyse kendiliğinden çıkmış olacak ve bu bağlamda insan-toplum-devlet ve dolayısıyla siyaset, ilişkileri dolanık ağında, entanglement, 2500 (yuvarlayarak) sene öncesi ile bugünkü durumu arasında, insanlık olarak ne kadar yol katetmişiz bunun bir panaromanasını ortaya koyacağız. Yazının dili informal ama yazılış yöntemi açısından akademik olacak.
Platon’un Politika Felsefesi ve Eu-topia olarak Politeia yani Devlet
Klasik dönem politika felsefesinin telosu, insanların daha iyi bir yaşam sürmesi problemi etrafında fikir geliştirmektir. Bu da , bu konularda düşünen, contemplation, insanların, yani filozofların, karakterleri icabı insan denen varlık için daha iyi şartlar altında daha kontrollü ve daha kestirilebilir bir yaşam tecrübesi amaçlamalarından ve insanların bir araya gelip oluşturdukları topluluğun bir kalabalıktan ziyade yüksek nitelikli, erdemli, iyi bir topluma dönüştürme çabası olarak, eidos, neşet eder. Başka bir deyişle klasik dönem politika felsefesi, insanların daha iyi yaşaması amacını hedefler ve bu hedefin eyleyicileri olarak ortaya çıkanlar da aslında filozoflardır. Bu noktada tabii ki iyi nasıl nasıl olunur, iyi toplum nasıl oluşturulur, daha sonra da bu toplum nasıl adil şekilde yönetilir, ve bunların sürdürülebilirliği nasıl sağlanır gibi sorular karşımıza çıkar. Platon, Sokrates‘in öldürülmesinden çıkardığı iki önemli ders olarak; ilki, “retorik ile gerçekte olanlar insanlara başka şekillerde algılatılabilir”, ikincisi de “krallar filozof olmadan o toplumdaki insanların adil bir yaşama kavuşmalarının ve dolayısıyla mutlu bir yaşam sürmelerinin imkanı yoktur“. Çünkü, tek amacı insanlara olan biteni biraz daha iyi sorgulatmak olan masum Sokrates‘in bugünkü karşılığı jüri gibi bir insan topluluğunun tamamen algı yönetimi marifeti ile Socrates’i suçlu gösterip katline cevaz verebiliyor olması, Platon’a siyasette retorik kullanımının tehlikelerini ve toplumaki adalet algısının manipülasyonu ve hatta bozulması konularında ciddi sorunların olduğunu göstermiştir. Bu sorunları da Politeia, (Devlet), Politikos, (Devlet Adamı) ve Nomoi, (Yasalar) isimli eserlerinde işlemiştir. Politeia, isimli eserinde etiğin politikada neden çok önemli bir yerinin olduğu ve hakikate dayalı bilginin adil bir polis inşası için olmazsa olmazlardan olduğunu vurgular, (leksis aşaması). Devlet‘in yani polis‘in, -bunun en iyisi eu-topia yani kallipolis-, yapısal tasiviri yapılır ve bu en üst seviye polis‘in yani kallipolis‘in nasıl oluşturulabileceğini izah eder. Politikos isimli eserinde ise daha çok uygulamada bu işlerin nasıl olacağını irdeler, (praksis aşaması) mekanizma hakkında ve devlet adamlarının nasıl olmaları gerektiği hakkında izahatlerde bulunur ve son olarak Nomoi isimli eserinde de kallipolis alternatifi bir polis tasviri yapar. Kısaca özetleyecek olursak, Platon için mükemmel yaşanacak devlet bir kallipolisdir ve bu kallipolisdir bir filozof kral tarafından iyi siyaset yapılarak yönetilir.
Tabii ki bir anda bu kallipolis, eu-topia, iyi yer, seviye, erişilmesi mümkün olmayacak bunun için üç aşamalı bir patikanın geçilmesi gerekecektir. Bu aşamalardan ilki Domuz Polis, kabaca insanların hayatta kalmak için birbirlerine yardım ettikleri, bir tür komün gibi düşünülebilir. Domuz Polis‘te kendi doğal yeteneklerine göre (ileride bahsedeceğiz ne demek bu doğal yetenek) bir iş tutan yurttaşların hepsi tek bir gruptan işçi-üreticilerden oluşur dolayısıyla bu aşamada yurttaşlar tamamen eşittirler ve herkes bir diğerinin bir ihtiyacını görür. Domuz Polis sonrası ikinci aşama Lüks Polis aşamasında insanlar artık belli bir refaha ulaşmıştır ve bazı yurttaşların lüks peşinde koşmaya başladığı görülür. Kaynak yetersizliği nedeniyle ve bazı yurttaşların alavare dalavere çevirmeye başladıkları görülür ve bu sebepten ötürü de bir takım güvenlik ve asayiş sorunlarının ortaya çıkmasına sebep olur. Dolayısıyla, artık kolluk kuvvetleri gerekli bir hale gelmiştir ve üretici-işçi grubunun üzerine yeni bir grup, asker-savaşçı grubu ortaya çıkmıştır. Üçüncü aşamada bu asker-savaşçı grubun eklenmesiyle daha resmi bir düzenin kurulmasına sebep vermiştir ve bunun üzerine de aklın rasyonalitesi ve bilgeliğin katılmasıyla iyi siyatet yapılarak yönetilen nihai kallipolis oluşur. Burada dikkat edileceği üzere poliste artık üç katmanlı bir sosyal yapı, social edifice oluşmuştur: işçi sınıfı, savaşçı sınıfı ve yönetici sınıfı.

“Plato (c. 429aa347 BC), Greek philosopher. A disciple of Socrates and the teacher of Aristotle, he founded the Academy in Athens. This is his statue, located before the Academy of Athens, Greece.”
Platon polis içinde adeletin tesis edilmesi için insanların doğuştan gelen özelliklerine uygun işleri yapmaları gerektiğini söyler. Yani bu bir bakıma aşağı yukarı her 50 yılda bir ortaya çıkan dönemin münevverlerinin defalarca kez tekrar ettiği, “sevdiğin işi yaparsan mutlu olursun” nasihatidir bir bakıma. Fakat bunu Platon’un demesi önemli, şu yüzden önemli: bunu tarihte yazılı olarak ilk kez telaffuz eden insanlardan olması ve bu düşüncenin üzerine daha yeni şeyler de ekleyip, işte bugün ideal devlet nasıl olmalı hakkında en azından baştan sona uygulanabilecek bir idea ile ortaya çıkması onu farklı kılıyor. Adalet kavramının tanımını Platon, “bu üç farklı sosyal grubun birbirlerinin işlerine karışmaması” olarak yapıyor. Bunu belki biraz açmak gerekebilir, yani, “bir ayakkabıcının kalkıp da savaşçının işini yapmaya çalışmaması gerekir“ diyor. Bu noktada da uzmanlaşma prensibi diye tanımladığı bir idea daha var. Uzmanlaşma prensibi, toplumdaki bireylerin kendi işlerine bakmaları, öyle üzerelerine vazife olmayan işlere de karışmamaları anlamına gelir kabaca. Özellikle söylemek gerekiyor, ayrım yapmak açısından, uzmanlaşma prensibi demek bügünkü anlamıyla herkesin bir işte uzmanlaşması anlamında değildir, uzmanlaşma bütün bir yapı için olmalıdır anlamına gelir, yani polisin maksimum uyum içinde olması esastır.
Platon insanların doğuştan gelen özellikleri olduğuna inanır ve polisin maksimum uyumuna erişebilmesi için poliste toplumu oluşturan bu üç grubun doğuştan gelen bu kendi yeteneklerine göre görev dağılımının yapılması gerektiğini düşünür. Doğsutan gelen bu doğal yetenekler sadece birer el becerisi gibi düşünülmemesi gerekir, bir nevi birer erdem bunlar aslında şöyleki; thymoeides, yani öfke, epithymetikon, yani iştah ve logistikon, yani akıl. Böylelikle de aslında zaten bu ruha ait üç erdem –theory of soul– sayesinde Platon’un başta bahsettiği bu üçlü sosyal grup oluşuyor fakat bu oluşum süreci, bir grup için ona ait olan erdemi kendi grubunun telosu olarak değil de belki eidosu olarak düşünebiliriz, yani o formda görünür. Burası izaha muhtaç kaldı; örneğin, bir savaşçının telosu öfkeli olmak değildir fakat öfke savaşçı formunda, eidos, zuhur edebilir. Dolayısıyla, öfke savaşçılık olarak zuhur etmiştir, buna da dolayısıyla eidosudur diyeceğiz öfkenin. Bu gruplar harmonik şekilde, birbirlerinin işlerine karışmadan görevlerini ifa ederlerse eğer poliste istikrar sağlanır ve böyle adil bir devlet olma yolunda ilerlenmiş olur. Bu adalet konusunu biraz açmak gerekiyor. Platon, bu erdemler doğal oldukları için bir demirci, kendi içinde öfke barındırmadan bir savaşçının işini yapmamalıdır düşüncesiyle, bunun bütün polis içerisinde tahsis edilmesini de adalet olarak tanımlar. Aynı şekilde bir savaşçı da gidip de yönetici olamaz. Fakat bir kunduracının öte yandan demircinin işini yapmasında bir sakınca yoktur. Çünkü onların içinde zuhur eden erdemler aynıdır.
Platon’un aklındaki bu sosyal yapı bu haliyle aslında bir kast sistemine benzemektedir ve bu konuda hakkında çok fazla eleştiri yazısı yazılmıştır. Benim kişisel görüşüm burada hemen öyle direkt olarak “Platon faşist zihinli bir filozoftu” denmemeli görüşündeyim. Bu şekilde düşünenlerin başında da Karl Popper gelmiştir, bunu da belirtmiş olalım çok ağır eleştirileri vardır hatta The Open Society and Its Enemies adlı kitabında direkt olarak Platon’u direkt olarak yerden yere vurur, çünkü Platon’un Karl Popper, iyi siyaset ortamının mümkün olmadığı bir kapalı toplum hayali kurduğunu düşünür. Sonrasında da Platon, poliste olması gereken dört temel erdemi belirlemiştir. Bu erdemleri de aynı bu ruh teorisinden sosyal stratigrafik gruplara geçirdiği gibi ayırır. Bu dört erdemin ikisi olan bilgelik, sophia ve cesaret, andreia poliste kendi sosyal gruplarına, filozof erdemi ve savaşcı erdemi olarak direkt şekilde atfetmiştir. Geri kalan diğer iki erdemden ölçülülük bütün gruplara atfetmiştir. Kabaca ölçülülük kendine hakim olmak anlamına gelir. Son erdem adalet ise bütün bu kendisinden önceki üç erdemin gelişmesini mümkün kılan ve polisi “ideal polis” haline getiren en mühim erdemdir.
Toparlarsak, Platon ideal bir polisin bilgelik erdemine sahip filozoflar tarafından iyi siyaset yapılarak yönetildiği, cesaret erdemine sahip savaşçılar tarafından korunduğu (hem iç asayiş hem de dış düşmanlardan) ve her grubun içinde olması gereken ölçülülük erdemi ve nihai olarak da toplumda dirliği sağlayacak, iş bölümünü hakkaniyetli yapacak, grupların birbirleriyle bir bütünlük oluşturmasında yardımcı olacak adalet erdemi, ideal polisin oluşturulmasının ancak mümkün olabileceğini ifade eder. Adaletin önemini anlatmak için, eğer toplumda bir adaletsizlik örneği verecek olursak, bu, farklı grupların birbirlerinin iştigal alanlarına girmeleri olurdu. Bu nedenle kafamızda bu eu-topiayı yani ideal polisi canlandırırken, polisin, idarede özel eğitim almış filozofların olduğu, adaleti sağlamak için uğraştıkları, ölçülülük esaslarına riayet ettikleri, kararları akıl ile bilgelikleriyle aldıkları ve toplumun huzurunu bireysel huzurun üzerinde tuttukları bir yönetim tarzıyla yönetilen bir şehir devleti görmek gerekiyor. Bu kararların alındığı yer de aynı zamanda kamusal bir alan oluyor. İsteyen katılabilir, izlemek için, fakat söz sahibi olamaz, çünkü grupların birbirlerinin alanlarına karışmaları felsefi olarak doğru değildir, öte yandan ölçülülük erdeminini de kadük bırakacaktır, çünkü bir kunduracıda bilgelik erdemi yoktur, o yüzden devlet yönetimi konusunda istese de doğru bir fikir sunamaz bundan mütevellit ideal polis kavramının altı oyulmuş olacaktır.
Filozof kralların ve diğer yönetici takımının yardımcısı rolünde savaşçılar vardır. Savaşçılar da genel dirliği sağlarlar, yukarı bahsettiğimiz bu Domuz Polis evresi sonrası artık toplum sadece hayatta kalmak için bir arada değildir, gelişmiştir ve yurttaşlar arasında artık lüks tüketime kayanlar vardır. Bu yüzden de belli bir kısım için geçim zorluğu söz konusu olmaya başlamıştır, dolayısıyla, asayiş problemleri ortaya çıkar bunun engellemesi için bu savaşçı insanlara ihtiyaç duyulur ve bu insanların içinde de cesaret erdemi olması gerekir. Son olarak da üretici-işçi kesim vardır bunlar da toplumun geri kalanını oluştururlar. Burada dikkat edileceği üzere, insan başta çaresiz bir yalnız hayvan olarak tanımlanır, hayatta kalmak için bir araya gelir, ve bir noktadan sonra amaç hayatta kalmanın ötesine geçer ve artan beklentilerle bu üç katmanlı sosyal yapının oluştuğu polis ideali gelişir. Burada, bu polisin, ideal şeklinin ne olabilirliği üzerine konuştuk, bu konuşmanın malzemesini de aslında Platon verdi. Nihai amaç, baştaki topiada iyi hayat yaşamaktı, iyi hayat yaşamak için iyi insan olmalıydık, içimizdeki doğal yeteneklere göre iyi yurttaş olduktan sonra iyi siyaset tanımını yapıp, ideal polisi yani eu-topiayı kurmuş olmaktı.

Left to right, Socrates, Plato, Aristotle
Aristoteles’in Siyaset Anlayışı
Bu kısımda Aristoteles’in siyaset hakkındakiler düşüncelerinden cihet alarak yavaş yavaş konuyu günümüze getireceğiz. Temeldeki yol haritası aslında oldukça basittir: öncelikle insan ile başlayıp, yaşam, zen ve iyi yaşam, eu-zen yani bios arasındaki farkı ortaya koyacağız. Bunun hemen ardından da iyi yaşamı tesis etmek için yapılması gerekenler diyerekten konuyu siyasete getireceğiz ve bu da iyi siyaset kavramı bir kez daha gündeme getirecek. Sonrasında, siyasetin demokrasiyi kullanarak zaman içerisinde etki alanını inanılmaz şekilde genişletirken buna mukabil insanın siyaset içindeki muhteviyatının ve öneminin git gide küçülüyor olmasını ve bunun da günümüze gelene kadar konuyu nasıl biyopolitikaya hatta nekropolitikaya dönüştürdüğünü irdeleyeceğiz. Bunlar tabii ki Aristoteles’in siyaset felsefesini incelememiz ardından gelecek.
Aristoteles insan için zoon politikon tanımı yapar yani “insan politik bir canlıdır“ der ve ardından da zoon ekhon logon, “aklı olan ve konuşan canlı” diyerek de insan tanımını kapatır. Burada Aristoteles, insan tanımını yaparken kesin çizgilerle çevirmiştir yani insan derken o insan politik bir canlı olacak, politik olabilmesi için bazı şartlar koyacak, iyi iletişim kurması gerekecek, bunun için de aklını kullanıp, rasyonel şekilde düşünebilme yetisine sahip olacak türden bir canlı tasavvuru yapar yani Aristoteles insan derken sadece aklı baliğ, siyaset yapabilecek evsafta sağlıklı bir erkek olarak tanımlar bu insanı. Dolayısıyla, barbarlar, köleler, kadınlar ve çocuklar ve hatta zihinsel ve bedensel engelli olan kişiler Aristoteles’in insan kümesi içerisinde yer almaz. Aristoteles, her tür aksiyonun ulaşmak istediği bir kendi iyisi olduğunu düşünür ve bundan mütevellit siyasetin amacı toplumu ve devleti iyiye ulaştırmaktır, olacak ve bu iyi de insanları mutluluğa ulaştıracaktır, bu mutlu insanların yaşadığı yer de polis olacaktır. Mutluluk bir tür ruh etkinliğidir Aristoteles’e göre. Dolayısıyla siyasetin nihai hedefini holistik mutluluk, kavramsal iştigal alanını da insan ruhu olarak belirlemiştir1. İnsanın bir zoon politikon ve zoon logon olmasından ötürü, aralarındaki problemleri de birbirlerini ikna etmek suretiyle çözmeleri gerektiğini savunur Aristoteles. Fakat bu noktada şöyle bir problem çıkmaktadır, Socrates’i ölüme götüren şeyin yani retoriğin bu ikna alanındaki münasip kullanımı sorunu özellikle dikkat edilmesi gereken bir unsurdur yani dozu iyi ayarlanmalıdır. Retoriği de üç ayak üzerinde duran bir üçgen yapı olarak tanımlar Aristoteles, bunlar, logos, rasyonalite, ethos, kredibilite ve pathos, sensibilite olarak ayırmıştır ve sağlıklı retorik için görünüm itibariyle bu üç unsurun haddiden fazla keskinlik, skewness, oluşturmamış bir üçgen olacağını söyleyebiliriz. Aristoteles için iyi insan iyi yaşamı hedeflemelidir. İyi yaşam eu zen ya da bios, yaşam ise zen ya da zoe olarak adlandırılır. Bios yaşarken yaşamdan keyif alınan, tat alınan bir tür yaşamdır, zoe ise yalnızca dirimdir, yani salt canlı olma, hayatta olma halidir. Bu bakış açısı aynı şekilde toplum için de geçerlidir ve dolayısıyla polis için de. Dolayısıyla siyasetin asıl amacı iyi yaşamı yani biosu hedefler.
Bunları yaparken de bios politikos ortamının tesis edilmesi gerekir, bu ortam da leksis, akla dayalı düşünerek konuşma, ve praksis, eylem, unsurlarından oluşur. Bu düşünerek konuşma eylemi kamusal bir alanda icra edilir, bu şekilde bir varoluş temsili yapılır. Bu varoluş ise bir taşın maddesel olarak egzistansıyalizm bağlamındaki varoluşu değil, konuşma ve eyleme geçme ile vuku bulan bir varoluştur. Bu eylem alındığı için o siyasal yaşam, bios politikos varolur hale geçmiştir. Böylelikle de bir bakıma kamusal alan ve özel alan ayrışmış hale gelir. Çünkü nispeten soyut olarak varoluş haline geçen bu akla dayalı düşünme eylemi, varoluşunu gerçekleştirdiği yerin de ontolojik olarak manifest olmasına sebep olur yani ortaya çıkmasına, belirmesine sebep olur. Bunu bir kamp ateşenin yandığı zemin gibi düşünebiliriz. Ateş is bırakarak daha sonradan orada olmamasına rağmen yandığı yeri uzamsal olarak çevirmiştir ve oranın kamp ateşi mekanı olduğunu zamanda tescil ettirmiştir. Bu artık egzistanyalist bir varoluştur, bu yüzden de kamusal ve özel alan ayrımı artık mümkündür, çünkü kamusal alan diye bir şey oluşmuştur ve bu da başka diğer alanlardan kendisini tanımsal olarak mecburen ayırır. Bu noktada Aristoteles’ın özel yaşama dair söylemlerine girmeyeceğiz. Fakat şu ayrımı yapıp en son Aristoteles hakkında konuşmayı kapatacağız, Aristoteles, bu bios ve iyi siyaset, iyi siyasal yaşam ve bunların sonucu olarak polis, diğer bir deyişle eu–topia, yani iyi yer, ortaya çıkar ve bu bir tür döngü halidir de bir yandan. Dolayısıyla, Aristoteles, bu durumu sadece yukarıda tanımladığımız insanın erdemlisi olmak için bir amaç olarak görür. Başka bir deyişle bitki için büyüme ve üreme oluşan bir nihai amaç söz konusudur, hayvan için büyüme, üreme ve arzulama, insan için ise bu yukarıdaki tüm anlattığımız her şeyi dahil eder dolayısıyla, iyi yaşam olarak, bütün bunları yapan insanın yaşadığı hayat olduğunu kabul eder.

Detail of the Acropolis hill in Athens, Greece, as seen from the Lycabettus hill
Günümüz Siyaseti Panaroması
Çok kısaca Platon ve Aristoteles siyaset felsefelerinden öğrendiğimiz üzere, insan eğer kendisini düşünsel, bilişsel ve zihinsel olarak geliştirmek için çabalıyorsa insandır çıkarımını yapmak abesle iştigal olmaz. Eldeki bu insan kendi mutluluğu peşinde koşarken ötekinin de mutluluğunu hesaba katıyorsa ve bu insan tek değilse kendi gibi başka insanlar da varsa, bu insanların bir araya gelip ortaklaşa kurdukları bir eylem alanı resmi olarak siyasal yaşamı hayata getirir. Bunun sistematik olarak düzenlenmesi de bu insanların varlığı ve bu insanların ideale ulaşma çabası ile ancak tartışılabilir hale gelir. Yani önce polis hayali kuran birileri olacak, daha sonra bunlar bir araya gelecek, bunlar polis kurma ülküsü etrafında çalışacaklar, bu çalışma bir içtihat hazırlığı gerektirecek işte bu Nomoi oluyor. Bu noktadan sonra da tabii ki her ne kadar Platon ve Aristoteles tarafından bu işleri yapacak insanlara bir tür sınırlama getirilmiş olsa da bu evsafta olan insanların hepsinin de amacı siyasal yaşam içerisinde olmak olacağı için, zamanla yükselen medeniyet müsebbibiyle işler biraz daha kalabalık hale gelecek. Zaten bu noktada aslında Aristoteles, bu aksiyonun yanı ortak iyiliği arama çabasının tek bir kişi tarafından alınanına krallık, belli birkaç kişi tarafından alınanına aristokrasi, bütün yurttaşlar tarafından alınanına da politeia diyerekten bir ayrım getiriyor. Bu yolda tabii ki eğer bir sapma olacaksa, bu tanımlar bir anda sırasıyla, tiranlık, oligarşi ve demokrasi denen yönetim şekillerine dönüşüveriyor. Zaten bizim gelmek istediğimiz yer de tam olarak bu, yani demokrasi. Aristoteles’e göre demokrasi resmen doğru yoldan sapılmış bir politeia zuhurudur.
Bunu iyi anlamak için diğer olasılıklara bakmak daha iyi olacaktır. Örneğin, ideal olarak kendisini gerçekten çok iyi yetiştirmiş, bir filozof kral olduğunu düşünelim. Bu filozof kral da her şeyin farkında olan bir yönetici olarak da kendisi için “doğru olan yaşamın, iyiliğe doğru yol açacak aksiyonların alınması yönünde çaba sarf eden yöneticinin yaşamıdır” diye bir inanışı olduğunu düşünelim. Bu filozof kral, dolayısıyla, kendi devletinde, adaleti sağlamak, devlet içerisinde yer alan her türden paydaşın harmonik şekilde yaşamlarını sürmelerini, üretkenlik ve iyi yaşama dair aksiyonlar alması yönünde politikalar ürettiğini düşünelim. Buraya kadar tabii ki bir sorun yok ve bu, en azından tek kişinin başta olduğu bu yönetim tarzında ideal olan senaryodur. Bunun kötüye gittiğini düşündüğümüzde uzun uzadıya anlatmaya gerek kalmadan, orataya bir tyrannis yani tiranlık çıkar. Bütün bir devlet tek bir insanın kontrolü altındadır aynı krallıktaki gibi fakat aralarındaki fark, krallığın varoluş sebebinin toplam ortak mutluluğun sağlanması için iken tiranlığın varoluş sebebinin tamamen o tek kişinin mutluluğu için olmasıdır. Benzer şekilde, bu sefer yönetimin tek başına bir kişiden değil de aklı melekeleri nispeten daha iyi olan bir grup filozof yetkin tarafından yönetildiğini düşündüğümüzde, bunun da olumsuz senaryosuna baktığımızda, oligarkhia ile karşılaşıyoruz. Aklımıza ilk gelen bugünkü örnek tabii ki de Rusya, ve Türkiye belki son zamanlarda. Türkiye bugün iktidarın siyaset finansmanı için gerekli olan her türlü para oyununu düzenleyen ya da aracılık eden bir grup şirketin içinde olduğu oligarşik bir yapı ile yönetilmektedir. Biz bunu ilk bakışta hala Atatürk’ün kurduğu ve bize emanet ettiği bir Cumhuriyet ve çoğulcu demokrasinin hakim olduğu bir yönetim şekliyle yönetilen bir ülke sanıyoruz Türkiye’yi fakat değil. Bugün Türkiye’de toplam hasılat eşit olması bir yana aşırı bozuk şekilde paylaşılıyor. Devletin yönetimi yine bir yana en sıradan memurluklar için işe alımlarda dahi yine liyakatesiz, dengesiz ve adaletsiz bir paylaşım söz konusu. Burada çok belli ki bu ülkede ülkenin kaynakları sadece belli bir kesim için harcanıyor ve belli bir kesmin kullanımına sunuluyor. Arta kalan kesim ise ne yazık ki sadece dirim halinde yani zoe tecrübesi yaşıyor. Türkiye’de bios sadece iktidar ve etrafındaki yardımcıları için geçerli bir yaşam şekli.
En son olarak da bütün yurttaşların siyasi yaşamın içinde olduğu versiyonu olan politeia ve bunun kötü versiyonu olan demokratia yani demokrasi geliyor. Belki de üzerine konuşması hem en zor hem de en riskli alan burası. Aslında bunu Aristoteles’ın anlattığı çerçevede değerlendirdiğimiz zaman çok iyi anlıyoruz ne demek istediğini. Fakat günümüz politik doğruculuğunda, political correctness böyle bir şeyi konuşmak gerçekten çok zor çünkü kitlenin sizi hemen “gerici” diye yaftalaması çok kolaydır. Bu gericilik ithamının altını doldurması bile gerekmez, çünkü siz bugüne kadar gelmiş en iyi yönetim şeklini eleştiren biri olarak ötekileştirilirsiniz. Ben bu noktada herhangi bir saf tutmadan sadece bir tür tartışma yürütücüsü olarak değerlendirmeye alacağım ve önümüzdeki dönemde bu demokrasinin nasıl bir şeye evrileceği hakkında bazı kestirimlerde bulunacağım. O kısma gelmeden önce biraz politeia‘nın bozulan hali demokrasiden bahsetmek gerekiyor. Bu bozuk politeia çok belli ki aslında politeia için ideal edilen, iyi yaşam sürme peşinde çaba harcayan iyi insanlar tanımlamasında yeterli yetekinliğe sahip olmayan insanların da bu siyasal yaşama katılmasının önünün engellememesi sonucu neşet etmiş bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. Platon ve Aristoteles’in üzerine basa basa söylediği, basitçe, iyi insanın kendisini geliştirme arzusu içerisinde olan insan olduğu ve doğuştan gelen erdemleri içerisinde siyaset yaşamına paralel niteliklere haiz olan insanların bir araya gelip polis hatta kallipolis‘i inşa edeceği felsefesi bir noktada demek ki sapmış olsa gerek ki bu siyasi yaşamın içindeki insanlar gerçek ile olan biten arasında bocalayarak sistemin sağlıklı işleyişini engelliyor olsunlar. Başka bir deyişle, Platon’un çıkardığı iki dersten biri olan retoriğin çok tehlikeli olduğu ve art niyetli kullanımının bireyin ölümüne dahi sebep olabileceği konusunun, Aristoteles’in de retoriğin “yerinde kullanımının sağlanmadığı durumlarda kitle manipülasyonlarının vuku bulacağı” ifadesiyle birleşince konu 20. ve 21. yüzyılda Goebbels propagandasına, Michel Foucault’un biyopolitikasına, Achille Mbembe’nin nekropolitikasına kadar varıyor. Konu gerçekten de iyi bir hatip, belagat sahibi, retorikçi bir lider tarafından kitlelerin sürüklenmesi olayıdır. Demokrasi ise sadece sandık günü devrededir, ertesi sabahına hemen askıya alınır. Bu böyle olmasa dahi, insanların herhangi bir konu üzerinde algılarının rahatlıkla yönetilebilmesi yine demokrasiyi aslında de facto olarak devre dışı bırakır. Yani bugün bazı işleyişlerin demokratik görünmesi, aslında onların demokratik oldukları anlamına gelmez. Çünkü retorik ile hakikati birbirinden ayıramayanların baskın olduğu bir toplumda demokrasi de facto olarak yoktur. Öte yandan bu ayrımı yapabilen toplum da zaten yoktur. Çünkü sistem bugün insanların bu ayrımı yapmamaları üzerine dizayn edilmiştir. Bu da aslında bir tür matematik problemidir ve daha sonrasında da bir politika olarak devreye alınır.
Üzerinde nominal bir değer yazılı olan poker çipleri düşünelim, 100 adet olsun bunlar, hepsi üzerinde aynı değer yazıldığı durum için poker çiplerinin ortalama değeri, herbirinin üzerinde yazan değere denk olacaktır ve herkes ortalama kadar olacaktır yani nominal olarak aynı olacaktır. Bu durum demokrasi için en istenmeyen durumdur, bu durumu herkesin eşit derece eğitildiği durum olarak düşünebiliriz. Kimsenin kimseden hiçbir konu üzerinde üstün olmadığı bir durum. Esasında öyle bir denge arzu edilir ki demokraside, çoğunluk ortalamanın altında kalsın, belli bir ortalama üzeri insan da siyasal yaşamda olsun ve bundan faydalansın. Bunun resmi olarak böyle olduğu yönetim şekli oligarşi olurken işte bunun görünürde hak, hukuk, özgürlük gibi ambalajlarla sarmalandığı durum da bugünkü demokrasi olarak karşımıza çıkar. Bu da tamamen devlet yönetim politikasıdır. Devlet eğer halkın bütün kesimlerini eşit şekilde mükemmel eğitime tabi tutarsa kendisini çökertir. Bu durum Birleşik Krallık’ın sahip olduğu bir şirket olan ABD gibi ülkelerde eğitimin paralı yapılması yoluyla kontrol altına alınmıştır. Buna mukabil Türkiye gibi ülkelerde de bol bol imam hatip gibi görünürde okul olan ama içinde herhangi bir eğitimin doğru düzgün verilmediği vakit öldürme alanları inşa edilerek sağlanmıştır. Almanya gibi ülkelerde de sistem otojen tasarlanmıştır, yani eğitim almak gerçekten üstün akademik başarı ister, eğitim almayana kadar bare minimum denen, görünür minimumu kabul edilebilir bir hayat sunulur bunun karşılığında da zahiri demokrasi verilir, yani algılarıyla oynanır. Goebbels’in Almanya’dan çıkması bir tesadüf değildir. Japonya ile Almanya birbirlerine çok benzer, ha keza buna Güney Kore’yi de koymak mümkündür. Avustralya ve Kanada birer Commonwealth ülkesi olarak Birleşik Krallık yöntemleri devrededir. Rusya zaten bir oligarşi olarak bu kategoride yer almaz. Bugün yine baktığımız zaman Fransa’daki köktenci karakterdeki siyasilerin halk nezdinde revaçta olması, bundan 233 sene önce İhtilal yapan atalarıyla hiçbir bağının kalmadığı bir Fransa ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Bu bir döngüdür aslında, yani, gücü elinde tutan kral bir gün sapıtırsa, bu ucubeliği aristokratlar, krala baş kaldırarak yönetimi almak suretiyle sonlandırırlar, daha sonra da bu aristokratlar ipin ucunu kaçırırsa bu sefer devreye halk girer ve ihtilal olur. Daha sonra halk sistemi yönetemez de aşırı karışık bir ortam oluşursa da “biri çıksın bizi kurtarsın” beklentisi oluşur. Buradan da bir diktatör peydah olur, daha sonra bu diktatör bir cunta tarafından devrilir, daha sonra yine halk gelir ve bu böyle döngüsel olarak devam eder. Bugün Fransa’nın yaşadığı kepazelik de bu döngünün bir türlü önünün kesilememesidir. Bugüne kadar iyi gelen ABD’de de Trump’ın seçimler kaybetmesi! yüzünden Capitol’un çılgın kalabalık tarafından basılması Birleşik Krallık tarafından ABD demokrasisinin artık kusurlu demokrasi olduğu yönündeki görüşleri gündeme getirdi, evet bu yorum bir krallıktan geliyor. Brezilya Başkanı Jail Bolsonaro’nun aşı karşıtı konuşmaları, -bu arada Bolsonaro Liberal Parti’den, çok ilginç değil mi?- post-truth döneminin nasıl da günümüz siyasi yaşamının bir parçası haline geldiğini gösteriyor. Demeçleri aslında gerici-sağ partilerin yapacağı türden fakat bu tür konuşmaları “bunu halk istedi” diye yapmak da paha biçiliemez bir şey. Türkiye’den örnek vermeye gerek yok, çünkü Türkiye hem tam bir zevzekler cenneti hem de aynı zamanda post-truth bataklığı.
Bu yazıyı daha da fazla uzatmamak adına, bugünkü global siyaset ortamın gittiği yer, liberal hümanizm çatısı altında bugüne gelen bu demokrasi söyleminin daha da ilerletilmesi ile varılacak bir yerdir. Yani bu özellikle blockchain gibi teknolojilerin üretilmesi, mutlak demokrasi, kılcal damarlara kadar inen bir demokrasinin mümkün kılınmasını sağlar. Yani bugün blockchain üzerinden tanınmadan bilinmeden istediği yöneticiye oy vermenin mümkün olacağı bir ortamda, muhtemelen birkaç coin ile o insanın reyini her an rahatlıkla manipüle etmek sadece benim aklıma geliyor değildir. Bunun bugün bir etik problem olarak görülüyor olması tedavüldeki insan zihniyeti ile alakalıdır. Yani durum yarın, “ben reyimi neden birkaç coin ile takas edemeyeyim ki” gibi bir zihniyet tedavüle gelirse, bunun engellemesinin bir tür faşizm olduğu söylemi, reylerin birkaç coin ile takas edilmesinin etik olmayabileceği düşüncesine galebe çalar ve böylece bu düşünceyi tedavülden kaldırır. Dolayısıyla iktidar olmak isteyen resmen ulufe dağıtarak iktidarı rahatlıkla ele alır. Buna da işte en ileri düzey demokrasi denecektir, bu şekilde lanse edilecektir. Bu da transhümanizmin yolunu daha da rahatlatacaktır. Böylelikle siyasal yaşam tarafında da mutlak erki eline alan zengin kesim, yavaş yavaş kendisini sıradan kesim ile bağını kopartarak daha başka bir yaşam, eu zen, sürmeye başlayacaktır dolayısıyla, eu–topia bir kesim için gerçekleşmiş olacaktır. Bu da muhtemelen, aynı, reyini birkaç coin ile takas eden sıradan insanın, gerçek yaşamı da dijital yaşama takas etmesiyle devam edecektir. Ayağı gerçek dünyadan kesilen insan bir süre kendisini dijital yaşamda var edecek ve orada mutlu olacatır, bunun gerçekten ayırt edilemeyecek kadar ilerlemesi durumuna da zaten Matrix diyoruz. Unutulmamalıdır ki “Unfortunately, no one can be told what the Matrix is. You have to see it for yourself.” yani “Hiç kimseye Matrix’in ne olduğu anlatılamaz, onu kendi kendine anlamak zorundasındır.”
Vitruvius Kadını

Pingback: Chernobyl Dizisi ve Siyaset - Post Evre
Pingback: Avrupa Birliği Çöküş Dönemine Girmiş Olabilir Mi? - Post Evre